Adeta bütün klişelerin annesi konumundadır. Neredeyse hiç kimse ona direnemez. Pek düşünceli eski generallerden sivri dilli bloggerlara kadar herkes tarafından kullanılır. Rusya'nın İngilizce yayın yapan TV kanalından pejmürde Pakistan gazetelerine ve National Public Radio gibi Amerika'nın resmi radyo kanalına kadar her yerde baş gösterir. The Huffington Post gazetesi onsuz yaşayamaz gibidir ve yakın zamanda yayınlanan bir kitap onu başlık olarak seçmiştir. Afganistan, bize anlatıldığına göre, "imparatorluklar mezarlığıdır."
Kraliçe Victoria döneminin Britanyası ve Sovyetler Birliği, hikâyeye göre, Afganistan'ın yabancı düşmanı, fanatik, eli tetikte aşiret üyeleri karşısında boyunun ölçüsünü alan kibirli fatihlerin uzun tarihi akışının bir parçasıydı. Böylesi bir sicil ortadayken, ABD ile onun NATO'daki müttefiklerinin, Kabil'deki zayıf yönetimi istikrara kavuşturma yönündeki çabalarının başarısızlığa mahkûm olduğu aşikârdır.
Bilhassa son dönemde yaşanan olayların meydana geliş şekline bakılırsa, başarısızlık daima olasılık dâhilinde bir sonuçtur. Ancak ABD ve müttefikleri kendi hesaplarını yüzlerine gözlerine bulaştırırlarsa, bu noktada onların kötü siyasi kararlarını suçlayın. Özellikle de ayrıntıları dikkate almamayı tercih ediyorsanız, Afganistan tarihinin aşırı derecede basitleştirilmiş bir sürümünü suçlamaktan vazgeçin.
Thomas Barfield'ın geçtiğimiz günlerde bana gösterdikleri göz önüne alınırsa; Afganistan, tarihinin büyük bir zaman dilimi boyunca aslında imparatorlukların mezarlığı değil beşiği olmuştur. Boston Üniversitesi'nde antropolog olan Barfield, 1970'lerin başlarından beri Afganistan üzerinde çalışmaktadır ve daha yeni bir kitap yayınlamıştır. Afghanistan: A Cultural and Political History (Afganistan: Kültürel ve Siyasi Tarih) başlığını taşıyan bu kitap, Afganistan'ı kavrayışımıza bilgi aktarmayı sürdüren eski klişelere itiraz etmektedir.
Örneğin, bu mitlerden birisi de, Afganistan'ın, sakinlerinin korkusuzluğu ve arazisinin zorlu doğası sayesinde niteliği gereği fethedilemez bir yer olduğudur. Fakat tarih bunu pek o kadar doğrulamamaktadır. Barfield'ın işaret ettiği üzere, "1840'a kadar Afganistan, 'imparatorlukların mezarlığı'ndan ziyade daha çok bir 'fetih yolu' olarak biliniyordu." Afganistan, Barfield'ın sözleriyle "Milattan Önce beşinci yüzyılda Pers İmparatorluğu'ndan başlayarak 2,500 yıl boyunca daima birilerinin imparatorluğunun parçası olagelmiştir."
Perslerden sonra sırada Büyük İskender vardır. Bazıları İskender'in Afganlardan boyunun ölçüsünü aldığını, bir Afgan okçusunun onu topuğundan yaralamasıyla yolu açılan bir talihsizlikler serisinin büyük fatihin ölümüyle sonuçladığını ileri sürerler. Buna inanan birine neden bugün hala Afgan topraklarında Yunan paralarının ortaya çıktığını bir sorun. Zira gerçekte, İskender'in halefleri bu yeri 200 yıl daha kontrolleri altında tutmayı sağlamışlardır. Ve sonrasında, Avrupa'nın okyanus filoları İpek Yolu'nun nakliyat tekeline son verinceye kadar dönemin dünya ticaretinin merkezi olmasının yol açtığı koşullar nedeniyle, Afganistan'da daha birçok imparatorluk gelip geçmiştir.
Ya Afganların Cengiz Han'ın bile burnunu sürttüğü hususunda ısrar eden popüler rivayetlere ne dersiniz? Barfield buna boş lakırdı diyor. Cengiz "bölgeyi istila etmekte pek fazla zorlukla karşılaşmadı" ve onun soyundan gelenler, Afganistan'ı bir üs olarak kullanmak suretiyle geniş kapsamlı krallıklar kurdular. Timur (birçoğumuz onu Tamerlane olarak biliriz) imparatorluğunun başkentini taşralı Semerkand'dan eninde sonunda kozmopolit Herat'a kaydırdı. Mezarı Kabil'de bulunan Babür ise Hindistan'ın değerli bir bölüm toprağını fethetmeye ve orada yüzlerce yıllık bir Müslüman yönetimi kurmaya Afganistan'da başladı. Afganlar onunla birlikte hareket etmekten oldukça mutlu görünüyordu.
Aslında, Afganistan'ın kendi kendini yönetmesi, ülkenin tarihinin bütün bir dönemeci içinde göreceli olarak yakın zamana, 18. yüzyılın ortalarına kadar giden bir icattır. Ve Afganistan'ın bir imparatorluk-dövücü olarak ününü kazanması ise bir sonraki yüzyılda gerçekleşmiştir. Bu da Afganların, İngiliz işgal güçlerini yendikleri, 16,000 askerin biri hariç tamamını yok edip o bir kişiyi de Afgan yöneticilere ders vermek için Kabil'e gönderdikleri zamandır.
Ancak şartlar ve çevre her şeydir. Herkesler de İngilizlerin bozguna uğramasından sonra neler yaşandığını unutmaya eğilimlidir: 1842'de İngilizler Afganistan'ı yeniden işgal etmiş, onlara karşı gönderilen bütün Afgan ordularını mağlup etmişlerdir. Doğrudur, Çarlık Rusya'sının Orta Asya'ya el uzatmasını engelleme hedeflerine İngilizler tam anlamıyla ulaşamamışlar; bunun için ülkenin büyük kısmını işgal etmeyi ve yöneticilerini de, gelecekteki Afgan dış politikası üzerinde İngilizlere veto hakkı veren bir antlaşmayı kabul etmeye zorlamayı başardıkları İkinci Anglo-Afgan Savaşı'nı (1878–1880) beklemeleri gerekmiştir. Öyleyse şu bir gerçektir ki, Birinci Anglo-Afgan Savaşı Britanya İmparatorluğu'nun sona ermesinden bir yüzyıldan daha uzun bir süre önce vuku bulmuştur. Londra'nın hiçbir zaman Afganistan'ı imparatorluğunun bir parçası yapmak istemediği hususu da mutlaka belirtilmelidir. Britanya'nın eninde sonunda ulaştığı dış politika hedefi, Afganistan'ın Ruslar gibi emperyal rakiplerin nüfuzu dışında kalan bir tampon devlet olarak kalmasını sağlamaktı.
Peki ya Sovyetler? Emin olun, Sovyetlerin Afganistan'da yüz yüze kaldıkları bataklık -bütün ekonomik, siyasi ve psikolojik neticeleri ile birlikte- siyasi sistemlerinin çökmesinde temel bir faktördü. Fakat en şüpheci tarihçiler dahi, 1984 ve birkaç yıl sonrası civarında Sovyetlerin mücahitler karşısında daha iyi bir konumda olduğunu teslim ederler. ABD'nin, omuz üzerine yerleştirilen ve Rusların bombardıman helikopterlerini temizleyen uçaksavar roketlerini Afgan direnişine gönderme kararını alması, gerillaları sahneye geri döndürmüştür.
Vakıa, buradan çıkan sonuç, Afganistan'daki Sovyet işgalinin ülkenin tarihinde bir devamlılığı değil radikal bir kırılmayı temsil ettiğidir. Sovyetler ve onların Afgan komünist müttefikleri, ülkedeki bütün toplulukları alt-üst edip geniş kırsal bölgeleri yıkıma uğratmış, milyonlarca insanı sınırlardan geçerek (komşu ülkelere) kaçan mülteciler haline getirmişlerdir. Sistematik bir şekilde geleneksel kurumları ve elitleri hedef almışlar ve onlardan geriye bir güç boşluğu doğmasına neden olmuşlardır. Bu boşluk, Pakistan'ın desteklediği ve Washington'daki hevesli soğuk savaşçıların teşvik ettiği yeni tarzda devrimci İslamcılar tarafından hevesle ele geçirilse de asla tamamen doldurulamamıştır.
Afgan komünistlerin, son derece geleneksel bir toplumu ütopik türde biçimlendirme girişimleri, Barfield'ın Afganistan'ın ilk ulusal ayaklanması olarak tanımladığı ve kabile ile etnik kimlik arasındaki eski bölünme çizgilerinin üstüne çıkan bir hareketi tetikledi. Barfield'ın ortaya koyduğu gibi, Sovyetlere karşı verilen savaş, bir devlet olarak Afganistan tarihinde görülen daha önceki isyanlardan keskin farklılıklar içeriyordu; önceki isyanlar, göreceli olarak hızla başlayıp biten ve neredeyse tamamen yerel olaylardı, genellikle de hanedanlar arası güç mücadeleleri etrafında dönüyordu. Barfield, "1929'dan 1978'e kadar ülke tamamen barış içersindeydi," tespitini yapar. Bazı açılardan bakınca birileri, mevcut ayaklanmayı, Afganistan tarihinin daha erken ve oldukça bölünmüş bir şablonunu gündeme getiren, tamamıyla münhasır bir Peştu meselesi şeklinde göstermeye cüret edebilir. Ancak bu girişim de, onu aşılamaz bir sorun haline getirmemektedir. Aksine gerçek bunun tam tersidir.
Maalesef, günümüzde Afganistan ile alakalı popüler görüşleri, ülke tarihinin müstakil bilgisi yerine son 30 yılın görünüşteki sürekli savaşı şekillendiriyor. Savaş karşıtı eylemciler, Afganistan'ın ulusal altyapısının tahrip olması ve haşhaş ekiminin yaygınlaşmasından dolayı mütemadiyen Batı'nın 2001 sonrası ülkedeki askeri varlığını suçluyorlar; oysa her iki mesele de Sovyet işgaline ve onu takip eden iç savaşa dayanıyor. Diğerleri de Afganistan'ın medeniyete karşı kendiliğinden bir bağışıklığı bulunduğu zannıyla oynuyorlar: Kanada Başbakanı Stephen Harper, 2009'da CNN TV kanalında "(Afganistan'daki) ayaklanmayı yenemeyeceğiz," demiş ve sözlerini şöyle sürdürmüştü: "Afganistan muhtemelen -Afganistan tarihine yönelik okumalarıma bakılırsa- muhtemelen daima bir tür isyana sahne olacaktır."
Barfield ise Afganların çok uzun zamandır yabancıların onları evcilleştirilemez vahşiler olarak görme eğilimlerinden haberdar olduklarını ve bu klişeyi kendi menfaatlerine yönlendirmekten mutluluk duyduklarını iddia etmektedir. Ve "Afganlar tarih mübalağasını işgalcileri caydırmaktaki güçlerini abartmak için kullanıyorlar," ifadesini seslendirmektedir: "Bu durumda, Afganların tarihi hakkındaki zayıf bilgi diğerlerini oradan uzak durmaya ikna etmekte uzun bir mesafe almaktadır fakat bu tehlikeli bir yanılsama olabilir." Barfield'a göre, 2001'e geri döndüğümüzde, Molla Ömer ile Usame bin Ladin bu miti kendileri için yeniden çevrime sokmuşlardır. Taliban yönetimi sadece seyredilmiş ve El-Kaide'nin buradaki güvenli bölgesi ABD bombardımanında yıkılmıştır.
Ben de Afganistan'a ilk ziyaretimi aynı yıl (2001) gerçekleştirdim. Tanıştığım Afganlar ne yabancı düşmanıydılar ne de kavgacı. Hepsinin de istediği tek şey barıştı ve kendi liderlerinin barış getireceğine inanmıyorlardı. Kır saçlı ve okuma yazma bilmeyen bir savaşçı bana; "Savaşmaktan yorgunuz. Savaştan nefret ediyoruz. Serbest bir seçimin yapılmasını istiyoruz," demiş ve devamı da şöyle getirmişti: "Birleşmiş Milletler buraya gelsin ve adil olduğunu herkese inandırsın, o zaman savaş ağaları da müdahale etmezler." Birçok Afgan'dan benzeri görüşleri duydum. Şimdilerde bu vizyon bir tür hayal gibi geliyor ve o savaşçının memleketlilerinin kaçının bu görüşü gerçekten paylaştığını kesin olarak söylemek de zor. Burada bir tek şeyden emin olabiliriz: Afganların hak ettikleri geleceğe ulaşmalarını gerçekten istiyorsak, onların tarihlerinin sahte bir sürümüne tutunmak fayda sağlamayacaktır.
Yazar hakkında: *Christian Caryl, Foreign Policy dergisinin editörlerindendir. "Reality Check" isimli köşesi ForeignPolicy.com internet sitesinde haftada bir yayınlanmaktadır.
Kaynak: Foreign Policy / 26 Temmuz 2010
Özgün başlık: Bury the Graveyard
Dünya Bülteni için çeviren: Ebru Afat