İki laiklik anlayışı(2)

 
İslamiyet'le Hıristiyanlığı iki karşıt ve monolitik kutup gibi takdim etmek ve çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda Batı tipi laikliğin asla mümkün olamayacağını ileri sürmek, çok daha nüanslı olan sosyolojik gerçekliklerle bağdaşmamaktadır. Türk demokrasisinin sağlıklı bir konsolidasyona doğru mesafe alması, laikliğin anlamı konusunda makul bir oydaşmaya varılmasına bağlı görünmektedir.  
 
 Laikçilik anlamındaki dün bahsettiğimiz laiklik anlayışı, Türk Anayasa Mahkemesi tarafından da güçlü şekilde benimsenmiştir. Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası döneminde verdiği bir kararında şu görüşleri dile getirmiştir: "Hıristiyan dininin taşıdığı özelliğe göre, din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması esasının, kilisenin bağımsızlığı biçiminde manalandırılmasında bir sakınca görülmemiştir.

Çünkü Batı devletlerinde dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi bizdeki şekilde bir sonuç doğurmadığından din ve devlet işlerinin karışmaması yönünden kabul edilen, kilisenin bağımsızlığı durumu devlet düzeni bakımından bir tehlike göstermemektedir. Oysa İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan dinî inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir. Bu durumda ülkemizde din hürriyetinin Anayasa ile çizilen sınırlarının ihlali, dinin sömürülmesi ve kötüye kullanılması, devletin laiklik esasına dayanan düzenine karşı gelinmesi anlamını taşımakta; Anayasa'nın temel ereklerini engelleme sonucunu doğurmaktadır" (E. 1970/53, K. 1971/76, 21.10.1971, AMKD, Sayı 10, s. 65).

Laikliği ideoloji olarak tanımlayan kararlar

Anayasa Mahkemesi, 1986 yılında verdiği bir kararda da benzer düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: "1961 Anayasası'yla güdülen ana erek başlangıç bölümünde (Türk ulusunun daima yücelmesi) ve 153. maddesinde ise (Türk ulusunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi) biçiminde saptanmıştır. Bu esasların Anayasa'da yer alması, az önce açıklanan ana ereğe varılmasını engelleyebilecek veya zorlaştırabilecek nitelikte hiçbir hak ve özgürlüğün Anayasa'da tanınmamış olduğunu, Anayasa'da benimsenmiş laiklik düzenine ilişkin kuralların ancak bu ana ereği gerçekleştirme doğrultusunda yorumlanabileceğini, bu ana ereğin Anayasa'da öngörülen birçok sınırlandırmaları zorunlu kılan bir neden, daha açıkçası Anayasa'da benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğunu anlatır" (E. 1986/11, 1986/26, 4.11.1986, AMKD, sayı 22, s. 312).

Nihayet Anayasa Mahkemesi, 1989 tarihli ünlü "türban" kararında laikliği daha da coşkulu bir dille ve adeta mutlakçı (absolutist) bir ideoloji olarak tanımlamıştır: "Bu yolla dogmatik değerlerin yerine akılcı ve insancıl değerler geçmiş, dinsel duygular sahibinin vicdanında dokunulmaz yerini almıştır... Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkesi gücünü laiklikten almış, milliyetçilik ilkesi laiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi laiklikle anlam kazanmıştır. Bu ilkenin Anayasa'dan çıkarılması da olanaksızdır. Laiklik, dinsellikle bilimselliği birbirinden ayırmış, özellikle dinin, bilimin yerine geçmesini önleyerek uygarlık yürüyüşünü hızlandırmıştır. Gerçekte laiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır. Türkiye'nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama yöntemidir. İnsanlık idealidir... Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve gerekler değil, akıl ve bilimdir. Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanç olgusudur. Kişinin iç-inanç dünyasının düzenleyicisi olan dinin, devlet işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle hukukun yerine geçerek yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması düşünülemez... Laiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışını, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli kılan bir uygar yaşam biçimidir... Dar anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlansa, değişik tanım ve yorumları yapılsa da, gerçekte toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü, öğretide de paylaşılmaktadır. Laiklik; egemenliğe, demokrasiyle özgürlüğe ve bilgi bileşimine dayanan toplumsal bir atılım; siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir... Laik düzende din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Böylece, siyasal yaşamın dayanağı bilim ve hukuk olur" (E. 1989/1, K. 1989/12, 7.3.1989, AMKD, Sayı 25, s. 144-148). Pozitivist ideolojinin muhtemelen Auguste Comte'dan daha mutlak ve coşkulu bir savunusunu oluşturan bu karardan, AK Parti'nin kapatılmasına ilişkin iddianamede de geniş alıntılar yapılmıştır (s. 10-21).

Özetlemeye çalıştığımız iki laiklik anlayışı arasında, temel hukukî unsurları (resmî bir devlet dininin olmaması, devletin bütün inanç gruplarına ve inançsızlara eşit davranması, din ve devlet işleri ayrılığı, devlet kurallarının din kurallarına dayanmak zorunda olmaması, herkes için din ve vicdan hürriyetinin tanınmış ve güvence altına alınmış bulunması) bakımından fark yoktur. Fark, laikçi anlayışın, bütün bunlara ek olarak, devlete toplumu ve bireyi akılcı ve bilimci yönde dönüştürme görevi yüklemesi ve dine vicdanlar ve mabetler dışında sosyal bir fonksiyon tanımamasıdır. Belirtmek gerekir ki, bu tür bir laiklik anlayışının hiçbir çağdaş Batı demokrasisinde örneği yoktur. Yanlış olarak Türkiye'ye benzetilen Fransa'da bile durum Türkiye'dekinden çok farklıdır. Laiklik konusunda Batı ülkelerinin uygulamaları arasında bazı farklar olmakla ve bu alanda üye devletlerin belli bir takdir hakkına sahip oldukları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da kabul edilmekle birlikte, elbette bu takdir hakkı, laikliğin evrensel anlamına ters düşecek veya sözleşmenin (AİHS) tanıdığı (m. 9) din ve vicdan hürriyetinin özünü zedeleyecek noktalara varamaz. Evrensel anlamında laiklik, devlet yönetimine hakim bir ilkedir. Dolayısıyla, bireylerin değil, devletin laik olması gerektiği yolundaki söylem, hukukî ve sosyolojik bir gerçekliği ifade etmektedir. Birey, kendi düşünce ve davranışlarını, ister dinsel değerler doğrultusunda, ister tamamen akılcı ve bilimsel kriterlere göre düzenlemekte serbesttir. Aynı şekilde birey, inandığı dinin gereklerine göre yaşamakta da tamamen hürdür. Bu konuda var olabilecek kısıtlamalar, ancak AİHS'nin 9'uncu maddesinde yer alan kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın, genel ahlakın ve başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunmasının zorunlu kıldığı kısıtlamalar olabilir. Bunların ötesinde bir sınırlandırma, din ve vicdan hürriyetinin özüne müdahaledir. Devlet gücüyle bireyleri dinî inanç ve davranış kalıplarına uymaya zorlamak ne kadar hukuk ve ahlak dışı ise devlet gücüyle bireyleri akılcı ve bilimsel kriterlere göre düşünmeye ve davranmaya zorlamak da o kadar hukuk ve ahlak dışıdır. Kaldı ki, her birey, kendi dünyasında dinî değerlerle akılcı-bilimsel değerleri dilediği ölçüde birleştirebilir ve bağdaştırabilir. Bunlardan biri, zorunlu olarak diğerinin zıddı değildir. Bireysel ve toplumsal hayatın bir alanında son derece rasyonel davranan bir kişinin, başka bir alanda dinsel değerleri kendisine rehber kabul etmesi elbette mümkündür. Keza, ne 1961 ne de 1982 anayasalarında, "bütün temel ilkelere egemen" bir "ana erek" bulunduğuna dair açık veya zımnî bir ifade mevcuttur. Türban kararında yer alan laikliğin "özgürlüklere kıydırılmasına olanak" tanınmadığı ifadesi, özgürlüklerin laikliğe kıydırılmasının acaba meşru mu karşılandığı sorusunu akla getirmektedir.

Türk siyasetinin en önemli kırılma çizgisi

Yukarıda alıntılanan Anayasa Mahkemesi kararlarında dikkati çeken başka bir nokta, laikliğin hukukî bir ilke olmanın çok ötesinde "toplumsal bir atılım", "siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisi" olarak nitelendirilmiş olmasıdır. Eğer bununla kastedilen, dinin her türlü sosyal ve kültürel tezahürlerinin yasaklanabileceği ise bunu sosyolojik gerçeklikle bağdaştırmaya imkân yoktur. Önemli bir sosyal olgu olarak dinin, elbette her toplumda sosyolojik tezahürleri vardır. Bu, sadece İslamiyet bakımından değil, bütün dinler bakımından doğrudur. Aksi halde, din sosyolojisi gibi bir sosyal bilim dalı mevcut olmazdı. Anayasa Mahkemesi, 1989 yılındaki kararında türbanla ilgili düzenlemeyi din kaynaklı bir düzenleme niteliğinde görerek iptal ederken, hukuk ve din arasındaki ilişkinin iki farklı şekli arasında ayrım yapmaya gerek görmemiştir. Bir din kuralının hukuk yoluyla topluma dayatılması, elbette laikliğe aykırıdır. Ancak laiklik, dünyevî düzenlemelerin hiçbir şekilde dinî değerlerden etkilenmemesi veya esinlenmemesi gerektiği anlamına da gelmemektedir. Bu önemli ayrıma doktrinimizde de değinilmiştir. Mesela Kemal Gözler'e göre, "Anayasa Mahkemesi'nin laik bir devlette dinsel kaynaklı hukuk kuralı olamayacağı, hukuk kurallarının din kurallarına dayanamayacağı yolundaki görüşü, gerek bizim hukuk sistemimizin gerekse laik Avrupa ülkelerinin hukuk sisteminin verileriyle çelişki içindedir. Gerek Türk sisteminde gerekse başka laik hukuk sistemlerinde her zaman, dinî kökenli hukuk kuralları bulunmuştur ve halen de bulunmaktadır. Örneğin hafta sonu tatillerinin cumartesi ve pazar günleri olması tamamıyla dinî kökenlidir... Demek ki laik bir hukuk sisteminde bazı hukuk kuralları dine dayanmaktadır. Şüphesiz ki, bu kuralları beşeri irade koymaktadır. Ancak beşeri irade bu kuralları koyarken, bazı dinî kurallardan ilham almaktadır. Dahası, 'ilham alma' psişik bir vakıadır. Kanun koyucunun zihninden geçen bir şey bilinemez. Bir kanun hükmünün dinî mülahazalarla çıkarılıp çıkarılmadığını tespit etmek mümkün değildir. O halde, 'mutlak laik hukuk düzeni' mevcut olamaz. Buna göre, laiklik bakımından söylenecek tek şey, devletin hukuk kuralı koyarken din kurallarına uymak zorunluluğunun bulunmamasıdır." (Gözler, a.g.e., s. 149; aynı yönde Erdoğan, a.g.e., s. 202; Atar, a.g.e., s. 65)

Nihayet, Anayasa Mahkemesi'nin anılan kararlarında İslamiyet ve Hıristiyanlık arasında çizilen karşıtlığın da, zihnimizde yer etmiş, aşırı basitleştirici bir şablonu yansıttığı söylenebilir. Hıristiyanlıkta da din-devlet kaynaşması bin yıldan fazla sürmüş, Katolik ülkelerde devletle kilisenin birbirinden ayrılması daha da geç ve zahmetli olmuştur. Hıristiyanlıkta dünyevî ilişkilere (evlenme, boşanma, doğum kontrolü, vs.) dair hukuk kuralları olmasına karşılık, İslam devletlerinde de şeriatın dışında, özellikle kamu hukuku alanında geniş bir örfî (kanunî) düzenleme alanı mevcut olmuş, hatta bazen bu kanunnameler şeriata aykırı hükümler taşımıştır. Kaldı ki, İslamiyet'in de, Hıristiyanlığın da, bütün belli başlı diğer dinlerin de değişik zamanlarda ve mekânlarda, hatta aynı zaman ve mekânda, çok değişik yorumları ve uygulamaları mevcut olmuştur. Bunlardan bazılarının laik bir devlet düzeni ile bağdaşması, diğer bazılarına oranla çok daha kolaydır. Dolayısıyla İslamiyet'le Hıristiyanlığı iki karşıt ve monolitik kutup gibi takdim etmek ve çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda Batı tipi laikliğin asla mümkün olamayacağını ileri sürmek, çok daha nüanslı olan sosyolojik gerçekliklerle bağdaşmamaktadır. Tahlil etmeye çalıştığımız bu iki laiklik anlayışı arasındaki çatışma, halen Türk siyasal hayatının en önemli kırılma çizgisini oluşturmaktadır. Türk demokrasisinin sağlıklı bir konsolidasyona doğru mesafe alması, laikliğin anlamı konusunda makul bir oydaşmaya varılmasına bağlı görünmektedir. 
 
Kaynak: Zaman