İki ileri bir geri

Başbakan, Diyarbakır’da kazdığı çukura Van’da düştü.

            Eyyamcı söylemlerle politika yapılamayacağı gerçeği bir kez daha acı tekrarını gösterdi. Müteahhit devlet firması TOKİ’nin Diyarbakır’da sattığı konutların anahtar tesliminde “Kürt Sorunu” vardır şeklindeki altyapısız çıkışıyla başbakanın o dönemde ne yapmaya çalıştığını doğrusu kimse anlamamıştı.

            Başbakanın ağzından firar eden bu sorunlu ifade, en yetkili devlet adamı ağzıyla itirafa dönüşünce meselenin ciddiyeti fazlasıyla arttı. Başbakanın bu konudaki niyeti ve ciddiyeti irdelenmedi. Lümpen ve berduş aydın tayfası meseleyi büyük bir cesaret örneği olarak bir taraftan dillendirirken diğer yandan bu söylemin karşıtlarını yarattılar.

            Oysaki her itiraf bir ele vermedir. Onun için mensubu olduğu örgütten pişmanlık duyarak kaçıp karşı tarafa sığınan adamlara itirafçı denir. Başbakan bu altyapısız çıkışıyla inkârcı bir düzeni mi deşifre etti yoksa bunu dile getirmekle topladığı taraftarları mı?

            Sorun şu ki başbakan henüz temsil ettiği safları terk etmeden bunu dile getirdi. Bir anlamda meccani kahramanlık örneği oluşturan bu yersiz itiraf, ben suçluların lideriyim diyerek ortaya çıkan bir adamın bütün gerçek suçluları ortaya çıkarması gibi bir niyeti barındırıyordu. Bu, bir komplo teorisi olmaktan öte bu meselenin öyle ayaküstü itiraf edilemeyecek kadar ciddi olduğunu bilenlerin yaklaşımıydı. Ve nihayet Başbakanın, “akıbetini içinde barındıran” niyeti komplo teorilerinin didiklemesinden kurtuldu ve bizatihi gerçekliğiyle kendini açığa çıkardı.

            Başbakanlık tanıtma kartını sitemin dayattığı ulusalcı kimliğinin üzerinde bir güç addederek dile getirdiği “Kürt sorunu”; uzun süre “alt kimlik”, “üst kimlik” ve kimliksizlik tartışmalarının ekseninde alevlendi. Hala süren bu tartışmanın konusu “kimlik” iken tartışmanın dili ve düzeyi genellikle “kimliksiz” bir karakter taşıyordu. Bu arada “taraflar” ve “karşıtlar” istihbarat ve koordinasyon çalışmalarına gerek kalmadan ortalık yere fırladı.

            Başbakanın Diyarbakır’da kazdığı çukurun bir fidan dikmekten çok bir meseleyi öldürerek gömme niyeti taşıdığını ve derinliğinin bunu vehmettiğini o dönemde de yazmıştım. Ki hemen akabinde batıya gelen şehit naaşları bunun ilk örnekleri olarak kötü niyetli tezime aksiyom kazandırdı.

            Kim, ne zaman milli ve manevi hassasiyetlere ilişkin bir itiraf ya da çözüm önerisinde bulunsa o meselenin artık bir daha tartışılmamak üzere gündemden kaldırıldığını herkes biliyordu.     

            Zira tekrarı ve hatırlatması ayıp ve acı da olsa rektörlerin başörtülü kızların önünde nasıl reverans ettiğini gördü bu millet.

            Kur’an kursları ve İmam-Hatip meselelerinin, en keskin savunucuları tarafından bile artık unutulduğu, kazılan çukurlara gömülerek çimentoyla kapatıldığı ve ne acı verici ki artık bir hassasiyet bile olmaktan çıktığı bugün için ortadadır.

            500 kürdün parasını ödeyerek aldığı evlerinin anahtarını teslim etmekle “Kürt Sorunu”nu çözdüğünü düşünen başbakanın o günkü bu söylemi büyük bir talihsizlikti. Asıl talihsizlik ise kazdığı o çukura bugün kendisinin düşeceğini hiç hesaplayamaması oldu.

            O gün itiraf ettiği “Kürt sorunu” adamakıllı ciddiye alınsa bile başbakanın meseleye ekonomik ve sosyal boyutuyla yaklaştığı ve meseleyi siyasal ve kültürel bir sorunsallık içinde ele almadığı söylenebilir ancak.

            Başbakanın iç politikaya ilişkin söylemlerini dış merkezli enformasyon kurumları, dış politikaya ilişkin söylemlerini de dünyayı tanımayan yerli danışmanlarının hazırladığı düşünülürse bu yazının kötü niyet taşımadığı açıkça anlaşılır.

            Kürtlerin sempati ve desteğini kesbetmek maksatlı da olsa dile getirilen bu ifade asil yurttaşların kanına dokununca bocalayan başbakan, asillerin güvenoyunu almak için yedekleri gözden çıkarma telkiniyle dolduruldu.

            Ancak bu itirafın bir inkârı mutlaka gerekliydi.

            Bunun yeri de en az itirafın yapıldığı yer kadar siyasal eğilimlerin keskinlik gösterdiği başka bir yer olmalıydı.

            Tik ve refleksleriyle saldırgan bir psikolojiyi karaktere dönüştüren düzeni parmak ucuyla dürtüklemenin yarattığı sonuç her zaman için kayıp olmuştur.

            Al ve üst kimlikten ne kastettiğini bir türlü açıklayamayan Başbakan üst perdeden girdiği türküsünü alt perdeden soluğu tükenerek bitirdi nihayet.

            18 Mayıs gençlik kutlamalarını yaptığı Van’da aynen şunu dedi;

“Türkiye tek millet, tek devlettir”

            Bunu cümle âlem biliyordu. Bunu İstanbul’da, Ankara’da, Tekirdağ’da da söyleyebilirdi.

            Neden Van?