Güneşin son ışıkları Boğaz'da kaybolmaya başladı, hafif serinlikle birlikte akşamın gölgesi iyice belirginleşmeye başladı. Bir zamanlar Nurbaba Tekke'sinin bulunduğu sokağı da geçince hala ayakta kalan ahşap binaların arasından geçerek Kısıklı'yı aşmış olacağım.
Yahya Kemalin bu tekkede Yakup Kadri'nin davetiyle gelip yaşadığı macerayı her geçtiğimde hatırlarım. Kilolu bedeniyle diz çökmekten sıkılan şairin iftardan sonra herkesin gitmesinden sonra yeni gelenlerle başlayan alemi anlattığı tekke..
Ahşap evleri geçer geçmez otobüsten inip hafif yokuş aşağı yürümeye başlıyorum.
Akşamın koyu gölgesi karanlığa dönmeye başladığı sırada sağ taraftaki koruluk iyice gizemli bir görüntüye bürünüyor. Yüksek ağaçlar arasından sivrilen selvilerin silüeti sanki göge yükselmek ister gibi.
Cadde birden sessizleşti. Tek tük hızla geçen otomobillerde iftara yetişme telaşesi hissediliyor.
Yahya Kemal'in atik Valide Atik'ten inen sokakta oruçsuz yalnızlığı aklıma geldi. Şükür ki ne Yahya Kemal'in oruçsuzluğundan duyduğu tenhalık ne de mabedsiz semtlerin oruca yabancılaşan görüntüsü var. Oruç iklimi evlerden sokaklara yansıyor.
Biraz eğilimli yokuş aşağı inerken yaklaşmakta olan iftar vaktinin sessizliğini., içimi hafifleten tenhalığını hissediyorum. Akşam yaklaştıkça aydınlanıyor sanki gökyüzü.
İftar pidesi almak için fırında sıra bekleyenler de gitmiş
Ne müthiş bir atmosfer, sanki bir anda herkes evine çekildi, o karmaşa sona erdi.
Ezan okundu okunacak. Sol tarafta Aziz Mahmut Hüdai döneminden kalma ahşap hamamın önünden geçerken gözüm ister istemez kapısına kayıyor. Bu saatlerde de hala açık mı acaba?
Tarihi hamamın hemen yanındaki camiye yaklaştığımda ezan okunmaya başladı. Aynı anda top sesi yankılandı. Çamlıca'dan atılıyordur herhalde.
Ve ben hala sokaktayım. Garip bir duygu.
Evde, sofrada beklendiğimi bilsem de namazı cemaatle kılıp ondan sonra iftar yapmaya karar veriyorum. Nasıl olsa geç kaldım ve biraz daha yürümem gerekecek.
Açık kapıdan içeri süzüldüğümde bu tarihi mahalle camiinin içindeki iklim tüm bedenimi kapladı. Sade, küçük, bakımlı, her şeyin yerli yerinde durduğu, ölçünün gözetildiği bir tarihi yapı…
Camiye girdiğimde henüz ezan bitmemişti ama içerde cemaatten kimsenin olmaması dikkatimi çekti. Demek herkes iftarda evde yapmak için koşturuyor.
Ezanın bitmesini bekleyerek tek başıma oturdum.
Cemaat yok.
Ama imam da yok , hayret.
Belki müezzini olmadığı için ezanı imam okumuştur.
Ezan bitti hala ne gelen var giden.
Müezzin şimdi ezan okunan kısımdan çıkar hiç olmasa cemaatle namaz kılarız. Müezzinlik yapmak bana düşecek.
Beklemem boşuna, camiye giren tek bir Allah'ın kulu yok.
Peki müezzin nerede? Yakıcı bir soru kafamda şimşek hızıyla yanıp sönüyor: Yoksa evden mi okuyor?
Hayatımın belki de en yalnız namazlardan birini kılmak üzere ayağa kalktım. Tek ve tenha bir namaz.
Huzur ve hüzün karışık. Hatta öfke.
Yahya Kemal'i hatırlayarak iyice ıssızlaşan yoldan aşağı doğru yürümeye devam ettim. Bir yandan da arkama bakınıyorum. Acaba imam daha sonra gelmiş olabilir mi?
İçime bir 'Yahya Kemal hüznü' çöküyor.
Oruçlu ve namazını kılan bir Yahya Kemal hüznü.
Ezanlı ama müezzini olmayan bir Yahya Kemal hüznü.
İmamı olmayan bir cami hüznü..
Cemaatsiz kalmış bir caminin hüznü.
Hüzün ve iç daralması aynı anda yaşatan yalnızlık duygusu…
Bir bayram sabahı çocukluğumun geçtiği mahalle camisinde tam bir saat boyunca duvara bakarak merkezi olarak yayınlanan vaazı dinlemenin soğukluğunu hatırladım birden.
Cami o an sanki profanlaşmıştı.
Evet o soğuk hakikat tenimi yalayıp geçmiş, ruhumu üşütmüştü.
Ezan bu camide de merkezi sistemle okunuyordu.
Ya imam?
Ya cemaat?
Ya ezanın, cemaatin, caminin ruhu?