Yeni taşındığım mahalleyi kendini savunmaya geçmiş bahçelerle yeşili bol teras katların çatıştığı bir alana benzettim, ilk gördüğümde. Dizi filmlere sıcaklık katmak için kurulan mahalle platolarında yer bulmayan sahnelerin arasından geçiyorum. Başlarında küçük beyaz örtüleriyle kız çocukları, yarıda kalan bir oyuna geri dönerken terennüm ediyorlar elifba’nın hecelerini. Sümerelog Muazzez Çığ, “ mahalle aralarındaki Kur’an kursları kapatılmazsa çok fena”, demiş ya... Onun hayalindeki La Corbusier sitelerine henüz benzemiyor bu mahalle, betonarmenin hızlı müdahalesine karşılık. Bir tarafında direnen gecekonduvari bahçeli evler uzanıyor yer yer, Mustafa Kutlu’nun son hikaye kitabı “Zafer Yahut Hiç”deki İstanbul’un unuttuğu Tepeköy’ü hatırlatarak , bir tarafta ise yeşil dağları ele geçirmek istermiş gibi uzayan, teras katlarıyla yeşillenen siteler.
Geçmişte bohem sanatçıların ve ressamların mekânı olan çatı katları, şimdilerde prestij getiren konutlara dönüştü. Bu dikey bir hayat sürdürme eğilimi, aile içindeki kendini yalıtma arayışıyla ilgili olmalı.
Yokuşu çıkarken dönüp baktığımda, sosyal bir farkı kesinleştirmek istermiş gibi hızla akan E-5 görünüyor. Yirmi sene önce gecekondu mahallesi olarak bilinen bölge şimdi arsa spekülatörlerinin çatıştığı, emlâk bürolarının rekabette sınır tanımadığı bir alan. Rengini yitirmiş duvarları incir ağacı dallarıyla örtülü tek katlı evlerin direnişi de bir yere kadar.
Yıkımlarda kaybolması muhtemel değerli bir şeyleri ucundan yakalamak istermiş gibi, manzaralara dalıp çıkarak ilerliyorum. Üzüm asmasının kapattığı ahşap bir kapı, alçak kerevete oturmuş güneşin yolculuğunu takip eden kadınlar, kalın çınarların ardında kendini görünmez kılmaya çalışan çocuklar… Karşıdan gelen orta yaşlı kadın yanımdan geçerken duraklayarak selam veriyor. Heyecanlanıyorum. Bu selamlaşmalar yıllar öncesinde kalmış gibiydi. Minübüsten inerken, hayırlı ramazanlar abla, dedi şöför ardımdan. İstanbul’un dayanılmaz nemli sıcağını serinletiyor selamlaşmalar. Siyasetin sebep olduğu gerilimi bile bir ölçüde olsun yumuşatıyor oruç hissiyatı. Bir şeylerin nasıl da geçici, hiç dile getirilmez olanların ise asli olduğunu düşünmeye vakit var. Günün çeperleri genişliyor, sınırlarımızı yeniden belirleyeceğiz.
Bir çocuk çitleri aşıyor işte, bir çocuk bir tepsi dolusu mürdüm eriğiyle çıkıyor kapıdan. Tolga Çandar türküsünden bir mısra çıkıyor karşıma adım başı: Kenar Mahallede Bir Pazar Günü…
Bir çocuk çitleri usulca aşar
geçer uyuklayan bekçinin önünden
gömleğinin içinde bir damla kalır
uzayıp giden portakal denizinden…
Sıcak yaz, oruçla daha bir bastırırken varlığını, duyarlılığı yükseliyor yoldan geçenlerin edilgen mahlûkat karşısında. Sıcağın iflahlarını kestiği köpekler bir gölge gibi akıyorlar, su dolu plastik kapların eksik olmadığı duvar diplerinden. İnşaat kalıntıları ağaçların yapraklarına beyaz bir toz halinde çökmüş bu bahçede. Orada bir buzdolabı iskeleti, daha ötede yan yatmış bir motosiklet...
Tam o bahçenin yanındaki sapakta bir köpek çıkıyor karşıma ikide birde, üzerime yürüyor; saldıracakmış gibi. Yardım sever bir çocuğun eşliğinde geçiyorum hep köpeğin dolaşım alanını. Şimdi köpek yok; bir ambara atmışlar, sesi oradan geliyor bir uğultuyla. Aşırı sıcağın göz önüne alındığı bir ambar mıdır, belli değil; çatısı duvarları eternit. Sahibini bulup konuşayım, derken, baktım çocuklar ambarın kapısını zorluyorlar; köpeği kurtaracaklar. Köşede durup çabalarını izledim. Birisi, en iddialı olan, kilidi açmaya çalışıyor kalın bir çiviyle. Kilit paslı ya, kırabileceğini sanıyor.
Çocukların bir kısmı köpeğin çektiği acının farkında. Bu sıcakta karanlık ambarın havasına nasıl dayanır zavallıcık!
Şimdi gidelim, yine geliriz, diyor kahraman olmaya hazırlanan çocuk. İftar yaklaştı.
Su almayı düşündüğüm bakkalı geçmiş, eve yaklaşmışım; elimde torbalar. Çocuk, müşterisi kıt kuaförde ayak işlerine bakıyor; koştu geldi. Bu bakkal kapalı, ama sokağın öte ucunda olan açık. Yola düştüm. Ardımdan yetişti: Siz durun, ben alıp gelirim. Şaşkınlıkla baktım, aslında hayranlıkla. Az sonra bir şişe suyla göründü. 14 yaşında, adı Enes. Sıradan bir davranış sergilemiş gibi cevaplandırıyor sorularımı. Onu yetiştiren aileye selam gönderiyorum ben de.
Bir apartmanın çatı katına çıktım şimdi, terası kuzeye, Süreyyapaşa Sanatoryumu’na bakıyor. Kuzeye baksa da cayır cayır yanıyor teras katın iç mekânları, klima çalıştığı halde. Tam karşıda çatı katı bir bahçe şeklinde düzenlenmiş, yemyeşil, etrafına uzanmış dalları sarmaşıklarıyla. Rüzgârın serinlettiği terasta saatlerce oturabilirim, ama yine aşağı mahalleye inmem gerek. İftara davetliyim.
İncir ağaçlarının dallarının meyvelerle ağırlaştığı bir bahçenin önünden geçerken bir şey çarpıyor beni, bir ses, bir ışık. İvecen hareketlerin oluşturduğu dalgalanmalar bir serinlik yayıyor etrafa. Genç bir kız bir tepsi dolusu bardakla çıktı evden, onu taşıdığı tabaklarla kolları ağırlaşan bir kadın izledi. Ağaçların örtüsü altında kayboldular. Uzaktan bakıldığında sanırsınız (çizgileri içinde eriten büyük renk lekelerinin varlığıyla) Pissarro desenleri yayıyor bahçe; ev sahibinin istediği bölümlerdir aydınlık içinde olanlar, gölgede ne olup bittiğini hiç bilemeyeceğiz.
Birileri daha dahil oluyor sofra hazırlığına. Adımlar artık daha hızlı. Ben o görünmeyen alana buyur edilecek misafirler üzerine fikir yürütüyorum. Uzun yoldan mı geliyor, beklenenler… Görünmeyen sofra bunca hazırlığı neresine sığdırıyor… Bahçe dışarıdan göründüğünden daha derin olmalı. Orada uzun uzadıya duramam; evin kapısıyla bahçenin gölgeli alanı arasındaki koşuşturmaca hızlanıyor. Komşu teraslarda, balkonlarda, pencere önlerinde insanlar, aynı duruşla ufka yönelmişler. Çörek otu ve susam kokusunu izliyor ayak sesleri. Ezanı bekleyen insanları aynı duruşta bütünlüyor mahalle. Hava biraz daha gölgelenirken hoş bir esinti yalayıp geçiyor sokak aralarını.