Yaşadığımız zamanlarda bir "maneviyat krizi" olduğundan bahsedilir ve bu krizin açık işaretlerinden birisi olarak "iyi"nin parçalanması gösterilir. Gerçekten de herkesin görebileceği şekilde "siyasi iyi", "ekonomik iyi" ve "ahlaki iyi" birbirinden keskin biçimlerde ayrılmıştır.
Ahlaka mugayir olduğunun tartışılabilir bir yanı olmayan tutumların sırf siyasi ve ekonomik çıkarlar adına alınabilmesi bu nedenledir. İşin ilginç yanı, ahlaki olmayan bu tutumları artık kamuoyu da kolayca kabul etmekte, kendinin ve kendinden olanların çıkarlarını korumak adına atılan adımları, çoğu zaman ahlaki zaafı görmezden gelerek "akıllı politika" diye alkışlamaktadır. Dış politika da bu minval üzere inşa olur; "ulusal çıkarlar" şemsiyesi altında başkalarının aleni zararına olan girişimler yapılmasında bir beis görülmez. Kendini ve kendisinden yana olanları koruyup kollamak olarak özetleyebileceğimiz, "ahlak"ın varlık nedenini daha baştan reddeden bu tutumlar öylesine yaygın ve genel geçer hale gelmiştir ki, birçoğumuz yaşanılan "maneviyat krizi"nden haberdar bile olmadan, var olan durumu olağan, hatta olması gereken diye niteleyip yaşar gideriz.
İnsanların, toplulukların, devletlerin kendilerini ve kendinden yana olanları bir dereceye kadar koruyup kollamalarında anlaşılmayacak bir şey yoktur aslında. Ama günümüzde bu "bir dereceye kadar" anlayışı tamamen kaldırılıp atılmış, her şart altında, her durumda, her zaman böyle yapılması, ilişkilerde adaletin ve dayanışmanın değil, "çıkar"ın esas alınması normal diye kabul edilmeye başlanmıştır. "Çıkar"ı esas ve normal kabul ederseniz, bugün gelinen "benim hırsızım iyidir", "benim katilim masumdur" facia noktasında sizin de bir payınız olması kaçınılmazdır.
Nasıl oldu da insanlık ve siyaset bu hale sürüklendi? Nedenler hakkında birçok şey söylenebilir; örneğin modernliğin bireyciliği ve akılcılığı öne çıkarmasından, liberal düzenin hırsı ve tahakküm arzusunu kamçılamasından bahsedilebilir. Ahlak ve siyaset felsefesindeki tartışmalara baktığımda, ben bu sürekli "çıkarlar"ı ve "bizimkiler"i gözeten, diğer insanları hesaba katmayan tutumların böyle dünya çapında yaygınlık kazanmasının altında çok derin teolojik bir arka plan olması gerektiğini düşünüyorum. Bu teolojik arka planda, kendi kavminin Yaratıcı tarafından seçilmiş olduğuna dair güçlü bir inanç olmalı, kavimsel seçilmişlik inancı dinî anlayışın temelini oluşturmalıdır. İnsanlık tarihine ve dünyamızın şimdiki haline baktığımızda, tarif ettiğim bu kavmiyetçi anlayışı kolayca müşahede ederiz. Dinle seçilmişlik inancının özdeşleştiği kavmiyetçi anlayış, yaşadığımız maneviyat krizinden birinci derecede sorumludur bana göre. Böyle bir anlayış, modern zamanlarda örgütlü bir biçimde ortaya çıkıp politikalarını sergilemeye başlayınca, diğer kişi, topluluk ve devletlerdeki fanatizm zeminini kışkırtmış, onlar tarafından da benimsenerek yaygınlaşmıştır.
Tıpkı insanın kendisine yakın olanları bir dereceye kadar koruyup kollama eğiliminde olmasının anlaşılabilir yanı olduğu gibi her kavmin, her inancın kendisini diğerlerine göre bir nebze daha haklı görmesi de anlaşılabilir ama kavmiyetçilikte bu noktada kalınmaz. Kavmiyetçilik anlayışı, kendi kavminin üyeleriyle diğer insanlar arasında, kendi kavminin üstünlüğü şeklinde köklü ve asla değiştirilemez bir fark olduğuna inanır. Böyle olunca da kavmiyetçi için iki tip "öteki" ortaya çıkar: Birincisi, kendi kavminin üyesi, ona cennette sonsuza kadar yoldaşlık edecek olan gerçek "öteki"; diğeri ise kendi kavminden olma şansına hiçbir zaman kavuşamayacak olan diğer kavimlerden insanlardır. Aslında kavmiyetçi bakışa göre, kendi kavminden olmayan insanların, insanlıkları bile tartışmalıdır, zira seçilmiş kavimden olmadıkları için sırf bu yüzden cennete gitme ihtimalleri yoktur.
"Öteki", ahlak ve siyasetin kaynağıdır. İki tip "öteki" varsa, iki farklı tutum olması doğaldır. Bu nedenle kavmiyetçi filozoflar, görünüşte ne kadar ahlakı yüceltirlerse yüceltsinler, iki tip tutumu meşrulaştırmanın bir yolunu arayıp bulurlar. 'Ahlak'ın yalnızca kendi kavminden olan gerçek "öteki"ler için, 'siyaset'in de kendi kavminden olmayan diğer insanlar için geçerli olduğunu söylerler. Bizimkiler ve diğerleri birbirinden bu kadar keskin bir biçimde ayrılınca, siyaset ve ahlak arasında derin bir uçurum ortaya çıkar. Adaletsizlik, eleştirilecek değil, doğası gereği eşitsiz olan bir dünyada mazur görülecek bir durum haline dönüşür.
Oysa tüm insanların, insan olmaları hasebiyle "eşref-i mahlukat" olduğuna ve insan haklarına sahip bulunduğuna, eşitliğe ve adalete inananlar için ahlak ve siyaset, aşk ve dostluk gibi birbirine yakın iki insani haslettir. İnsan, farkında olduğu, diğer insanları ilgilendiren her eylemiyle bir siyasi ve ahlaki faaliyetin içerisindedir ve eylemlerinin sonuçlarından sorumludur. Farklılık yalnızca, ahlaki ve siyasi yargının niteliğindedir. Ahlaki yargıda duyguca yoğunluk daha ön plandayken, siyasi yargıda görece bir objektiflik söz konusudur. Böyle bir tarife dayanılarak, tıpkı bazı kavmiyetçi düşünürlerin yaptıkları gibi, siyaset, tamamen ahlaktan kopartılabilir; "çıkar" adına yapılan katliamlar dahil her şeyin içine girebileceği, bağımsız ve ahlaki yargıdan uzak, adeta "ahlaksızlık"ın mubah olduğu bir faaliyet olarak görülebilir. Ama aynı tarife dayanılarak siyaset, tam tersine tamamen ve en sıkı bir ahlaki insan faaliyeti olarak da nitelenebilir.
İnsana "eşref-i mahlukat" olarak bakanlar, siyaseti ve ahlakı asla birbirinden ayrı düşünmezler, insanın pek doğal olarak kendisi gibi olanlara, kendi kavminden, kendi inancından kimselere meyletmesini, içlerindeki adalet terazisiyle dengeleme çabasını bir an olsun elden bırakmazlar.
Zaten ahlaki olan, en nihayetinde "öteki"ne karşı adil olandır ve içimizdeki adalet duygusundan köken alır. Adalet duygusunun iç dünyamızdaki yeri çok özel ve güçlüdür. Bu yüzden içimizdeki adalet duygusunun sarsılmasını hemen hissederiz; yaptığımız ahlaksızlık kadar farkına vardığımız bir eylemimiz daha yoktur. Bu nedenle ahlaksızlıklarımızı örtbas etmek, meşrulaştırmak için canhıraş bir tutum içine gireriz. İçimizdeki adalet terazisi sallandığında, iç dünyamız onu gerçek bir deprem gibi algılar. Duyguca yakın olarak algıladıklarımızı, bizden olanları koruyup kollama gereği hissettiğimizde, adalet duygumuz ileri atılır; "Böyle yapmaya hakkın yok. Yakınlarını kayırıp koruduğunda insanlığın aleyhine çalışmış, kendi insanlığını öldürmüş olursun!" diye bizi uyarır.
Bugün kavmiyetçilik, içimizdeki adalet duygusunun uyarıcılığına kulaklarımızı sağırlaştırmış, kopmuş olan siyaset, ahlak ve adalet bağlantısının yeniden kurulmasını insanlığın en acil sorunu haline getirmiştir. Dünyamızın, diğer insanları "bizimkiler"den, siyaseti ahlaktan ayırmayan adaletçi bir anlayışa; "bizimkiler"i diğerlerinden ayırmaya kalktığımızda, aslında çok eleştirdiğimiz kavmiyetçiliğin batağına düşeceğimizi görecek bir kavrayışa ihtiyacı var.