Adıyaman, bazı açılardan bildiğimi sandığım, bazen bir türküyle sokaklarında gezindiğim, bazen bir arkadaş sohbetiyle ilk fırsatta gitmeye heveslendiğim bir şehir. 1986’da yayın hayatına başlayan Girişim dergisinin kadrosunda Adıyamanlı ağırlığı vardı. “Kürt sorunu” sorun olarak genel kabul görmeden çok önce de gündemimdeydi benim. Hatta Girişim’de yazdığım için “Kürtçülerin arasında ne işin var?” diye sorgulandığım olmuştu. Oysa sadece şunu düşünüyordum: Kürtçe yasaklanmamalıydı, çünkü ana dilin yasaklanması büyük bir zulümdü. Kendimizde daha açık bir ifadeyle Türklerde olağan karşıladığımız milliyetçiliği Kürtler söz konusu olduğunda hangi hakla yargılayabiliriz? Üstelik milliyetçiliğin olumsuz sonuçlarını layıkıyla fark edip buna göre bir toplumsal perspektif sunmayı başarabilmemiz gerekirdi. (Sıbğatullah Kaya’nın “Türkiye’nin Dönüşümü” başlıklı kitabı, İslamcıların 1980’lerde Kürt meselesine bakış açısını irdeleme bağlamında iyi bir kaynak. Pınar Yayınları, 2015).
Kardeşlik olgusu hangi çatı altında güvence içinde olacaktır? Geçen yıllar bize bunun “ulus devlet” mantığıyla mümkün olmadığını gösterdi. Biri diğerinden annesinin dilini esirgediğinde kardeşliği korumaya yardım etmiş olmuyor. İslâmcılık bu topraklara dayatılan türde ulusçu bir devlet modelinin ve hayat tarzının eleştirisini üstlenen bir akım olarak yükseldi. Kardeşliğimize inanıyor, bunu ayakta tutmanın yolları üzerine düşünüyorduk. Bu arayışın verimlerinin kıymetini ne kadar bildiğimiz ise tartışmaya açık. Girişim, kardeşlik arayışının dergisiydi. Geçen yıllar içinde sarsıcı rüzgârlar o arayışa özgü safiyetten çok şey alıp götürdü. Ancak din ve siyaset ilişkisi, ırkçılık, ümmet, kardeşlik, kültürel dil, cemaatleşmenin ölçüleri, kamusal alan gerilimi, kadın-erkek ilişkileri gibi başlıklar üzerine tartışma ihtiyacı aynı şekilde önemini koruyor.
***
Türkülerin, “Nar Zamanı”nın, binlerce yıllık çeşmelerin şehri Adıyaman ve adı aynı zamanda Kâhta ile hatırlanıyor. Havaalanından itibaren o akışı hissediyorsunuz: Şehri sarmalayan bir dalgalanması var Menzil’in. İnsanlar cemaat olmaya, birlikte saf tutmaya çalışıyor ve herkes meşrebince bir arayış içinde. Kadınların bulunduğu avluda yurdun dört bir tarafından gelmiş her kesimden ve yaştan kadının bir anlam susuzluğunu yansıtan ifadeleri, “yeni başlangıç” üzerine düşünmeye sevk ediyor. Yağmurun altında hızlanan cemaat dayanışmasını anlatan düzenli koşuşturmacalar, yüzlerdeki ışıltı, pay edilen çorbanın buğusu heyecanlandırıyor beni, ancak öteden beridir biriktirdiğim karşı sorulardan kurtulamıyorum. Kişinin kendi yorumuna sahip olma kaygısını kaldırabilecek bir cemaat var mı bu dünyada?
Hem Kâhta’da hem de Adıyaman’da yaptığım konuşmalarda da şu sorunun cevabını birlikte arayalım istedim: Cemaat, etrafı yüksek duvarlarla örülü bir yapı olabilir mi? Biz olgulara ve ilişkilere vesayet üzerinden değil, velayet üzerinden bakmakla mükellefiz. Ve elbette ancak bir cemaat “cami” yapabilir. (İslâmî anlamda cami, kamusallığın mihveri değil mi?) Cemaat olmak için cahiliye hali üzerine düşünmeliyiz. Cahiliye, malumat yoksunluğundan kaynaklanan bir durum değil, tahkik yoksunluğu hali. “Okulsuz bir toplum” da değil cahiliye, birçok eğilimin yanı sıra aslından soyutlanmış, böylelikle her türlü malumatın hamallığını yapan bir toplum hali olduğu söylenebilir. Bu yüzden ekranlar, sosyal medya, şehrin panoları hep bize daha iyi bir hayat yaşamanın yollarını ve araçlarını bildiriyor. Kaldı ki bunların pek çoğu ne olursa olsun, nasıl olursa olsun bir biçimde tükettirmeye odaklanan bildirimler… Oysa şu soruyu daima hatırlamak ve cevabını aramak gerekiyor: Biz modernleşmeyi tüketim ideolojisinin yönlendirmelerine göre yaşayarak sünnete uygun bir biçimde hayatını idame ettiren Müslümanlar olmayı başarabilir miyiz?
Kâhta’da bir avluda bir araya gelen kadınlar bir cemaate dâhil olmayı, hakikate ulaşmayı, bir ad sahibi olmayı diliyorlar; ulusalcılıkla ağulanmış kamusal alanın onlara asla sağlayamadığı değerleri arıyorlar.
Ayrımcılık üzerinden kendini var kılmaya çalışmış ağulu bir kamusal alanda var olma mücadelesi veriyoruz. Şu çok önemli: Benliğinden, şahsiyetinden vazgeçmiş, dünyayı anlama/yorumlama konusunda üşengeç birinin “özgün” bir çatısından söz edilemez. Bize hep kurtarıldığımız söyleniyor: Kadın olarak, insan olarak, vatandaş ve Müslüman olarak kurtarılmanın minnetiyle dolup taşmamız bekleniyor. Kurtarılmak özgürleşmek anlamına gelmez oysa, belki başka siyasaların tahakkümü altına alınmak içindir bu minnet bekleyen kurtarılış. Bu yüzden kendi irademizle bunu gerçekleştirmediğimiz takdirde özün gürleşmesi manasında bir özgürlükten bahsedemeyiz.
Çokça telaffuz edilen cemaat olgusundan ben bunu anlıyorum: Aynı davanın birbirine değer veren, birbirinin değerini bilen, birbirine değer kazandıran bağlıları. Yine “velayet” kavramına dönüyoruz. Ağulu kamusal alanda kardeş olma meselesi yok. Ancak kadın emeğini değersizleştiren bir mahrem alanın tahkiminden söz edilebilir orada. Kendini tanıma, ifade etme, bir cemaat olma imkânına açılma… Bir davada bir araya gelme yoluyla kardeş olabilirsiniz, ancak bu benliğinizi öldürme pahasına gerçekleşmemeli.
***
Adıyaman’a Eğitim Bir-Sen’in davetiyle, “Cemaatten Kamusal Alana Müslüman Kadınlar” başlıklı bir konferans için gittim. Gönül Kuşağı Derneği’nin konuğu olarak Kâhta’da da bir konuşma yaptım. İlk kitaplarımın samimi okurlarıyla aynı sofrayı paylaştık. Eğitimci kitap dostu Şükran Altunçay’ın tuttuğu aynada kendi yazarlık maceramla yüzleşme fırsatı buldum.
Hoş kokulu sedir ağaçlarının şehri Adıyaman… Kadeş Savaşının asıl sebebi de bu ağaçlara sahip olma hırsıymış ya… Kaynaklarda ayrıca bir de senede 30 bin gıyye nar ihraç eden şehir olduğu yazıyor. “Topacın en iyisi nar ağacından yapılırdı” diyor, Arif Kingir. Bu bilgi aklıma Cevahir Çokbilir’in Nar Zamanı filminin sahnelerini getirdi. O filmin mekânı Gaziantep gerçi, ancak askeri darbe hikâyeleri o kadar benziyor ki…
Yağmura bakmadan Eğitim Bir-Sen adına beni şehre davet eden, Yolcu dergisinden aşina olduğumuz matematik öğretmeni Ahmet Turan, eşi ressam Gülsüm Turan ve Girişim yazarlarından eğitimci Arif Kingir’le şehrin merkezinden tarihi kalıntılarına uzanan bir gezi yaptık. Cendere Çayı üzerindeki Kâhta ve Sincik’i birbirine bağlayan Roma eseri 2 bin yıllık Cendere Köprüsü bir süredir kullanılmıyor, 500 metre yakınlarına bir beton köprü yapılmış. Dünyanın en eski köprülerinden birinin üzerinde yürümek heyecan uyandıran bir tecrübe, beri taraftan köprünün atıl hale getirilmesi düşündürücü. Arif Kingir duygularıma tercüman oluyor: “Köprü koruma amaçlı olarak atıl hale getirildi, oysa insan nefesi ona hayat veriyordu.”
Tarih şimdiki zamanı içine katarak akmaya devam ediyor. Kavimler gelip geçmiş, çeşitli izler bırakmışlar.Arkeolojik kazıların sürdüğü muazzam antik şehir Perre (Pirin) civarında beş bin yıllık tarihi olan bir çeşme var, Romalılar yapmış. Nemrut’u ilk tanımlayan isimlerden biri Alman seyyah Montke. Cumhuriyet’i takiben dini amaçlı kullanılan mekânlara dönük yıkma ve göz önünden kaybetme muamelesi Adıyaman’ı da unutmamış. Bir şeyler telafi edilmiş elbet zamanla, mesela cezaevi olarak kullanılmış olan Musalla Cami 1970’lerde Necmettin Erbakan’ın girişimiyle ibadete açılmış. (Benzeri bir kaderi paylaşan Diyarbakır Hz. Süleyman Camii nice yıl cezaevi olarak kullanıldıktan sonra 3-4 yıldır yeniden ibadete açılmış durumda.) Bölgenin en eski camisi olan Ulu Camii (M.S. 1137-1522) haçlı seferleri sırasında kiliseye dönüştürülmüş, ancak daha sonra Zengiler tarafından yeniden cami olarak ihya edilmiş. İskilipli Atıf’ın arkadaşı, Sofya Müftüsü Mustafa Hayri, bir zamanlar bu caminin külliyesinde bulunan 25 derslikli medresesinde eğitim görmüş. Başka bir not da İbni Arabî Camii üzerine: Bir dönem belediyenin odun-kömür satışı için bir hangar muamelesi görmüş.
Cami avlusu, kahve, kafe, konferans salonları, Menzil’de gezindiğim avlu… Dil ve kamusal sembol yasağı baskılarından kurtulmanın güvenini yansıtıyor toplanma alanları. Hiçbir şey yoktan var olmuyor. Konferans öncesi sine vizyon gösterisinde ve Eğitim Bir-Sen Başkanı Ali Deniz’in konuşmalarında dil, siyaset ve kamu engellerine karşılık akmaya devam eden bir mücadelenin hikayesini dinledik. Adıyaman ortak konuşma alanlarının canlanması için çabalıyor. Gönül Kuşağı Derneği 2013’te kuruldu. “Nemrut’un kızı”na dönük derin kuşkuların yerini bir konuşma çabasının aldığı söylenebilir. Konferanslar sırasında dile getirmeye çalıştım: Bizler vatandaşları olduğundan farklı görünmeye ve davranmaya zorlayan kelimeleri kısıtlanmış bir kamusal alanın yaralı muharipleriyiz. Kürtçe anadilli şehirler bu açıdan daha da yaralı. Hem sembolleri hem dilleri yasaklı bir kamusal alanda “uygun” vatandaş olarak görünmenin ve tanınmanın sınavlarıyla gelmişler bugüne. Beri taraftan ana dillerine özgü incelikleri ve bu inceliklerle ilgili muaşereti korumuş olmak gibi bir avantajları olduğu açık.
Eski çarşı içindeki Hısn-ı Mansur Çay Ocağı’ndasüren sohbetimizde Ahmet Turan anlatıyor: Şehir halkı yaşlılarını huzur evlerine göndermekten uzak duruyor. Belediyeye ait huzur evinde sadece bir kişi kaldığı için müdürü, beş yıldızlı oteli andıran binayı misafirhane yapma fikrini hayata geçiremiyor. Aile kendini koruduğu için kamusal alan tarafından temellük edilememiş. Kendi içinde alternatif kamuları geliştirmeye açık bir şehir, Adıyaman. Bu açıklık kendi muaşeretine sahip olmaktan ve insanlarının öğrenmeye verdiği değerden bağımsız düşünülemez. Nereye gittiysem yeni bir şey öğrendim. Kral’ın Hıristiyan oldular diye öldürttüğü yedi oğlunun şehrindeyiz; efsane böyle söylüyor. “7 yaman” zamanla “Adıyaman”a dönüşmüş. Adıyaman hatırlamayı unutan bir şehir olmamayı başarmış. Bir kez gitmekle, bir yazıyla anlatılamayacak kadar zengin ve önemli, bu sebeple.
Antik kent Perre
Perre (halk dilinde Pirin) civarında 5 bin yıllık çeşme
Hısn-ı Mansur Çay Ocağı girişinde her pazar Tespih Günü düzenleniyor