Hüzün senesini anlatan bir film


         80'li yılların başları olmalı... 2005 yılında Lübnan'da bir otelde bir terör  hadisesi sonucu şehit olan Mustafa Akkad'ın Çağrı isimli filmini seyretmek  için Kadıköy Bahariye'deki (artık anılarda kalan) Süreyya sinemasına defelarca gittiğimi hatırlıyorum. Köle Sümeyye ne kadar sahici bir insandı, oğlu Ammar, köleci bir düzende kendisine dik bir duruş sağlayan imanıyla ne kadar güzel (ve alışılmışın dışında, alıştığımızın dışında) vaazlar veriyordu, Anthony Quinn ne kadar da başarılıydı Hamza rolünde ve biz seyirci olarak perdede tasvir edilmeyen Hazreti Muhammed'i ne kadar da yürekten görüyorduk, onu ifade eden ışık huzmesinin aynasında...

         Quinn Hamza rolüyle o denli bütünleşmiş görünüyordu ki, filmin ardından müslüman olduğuna dair bir söylenti yayıldı. Bunun akabinde söylenti yalanlanırken, pek çok 'Çağrı' filmi seyircisinin içinde bir burukluk oluşmasına yol açtı.

         İslam tarihini sinema ve edebiyat alanında başarıyla temsil eden eserlerimiz son derece sınırlı. Kazancakis'in epik bir dille dinsel coşkusunu yansıttığı "El Greko'ya Mektuplar"ı, Thomas Mann'ın peygamberler tarihinden önemli bir kesiti içeren (ve kuşkusuz Yusuf'un serüveninde, insan oğlunun dürüstlüğünü ve imanını korudukça kurtuluşa erişmesininin mümkün olduğunu anlatan) "Yusuf ve Oğulları" gibi eserler ortaya koyabilmek için kim bilir daha ne kadar biriktirmemiz, süzmemiz, elekten geçirmemiz gerekecek, duygu, düşünce ve esinlerimizi...

         Kerbela Vakası üzerine Türkçe'de okunabilir tek roman var neredeyse: Bekir Yıldız'ın Ve Zalim ve İnanmış ve Kerbela'sı...

           Hazret-i Muhammed'in yaşadığı 'Hüzün Senesi'ni konu alabilen, salt o yılı anlatan bir film yapılabilseydi, onu daha yakından tanıma ve anlama imkânı sunmuş olurduk yeni kuşaklara. Danimarkalı karikatüristin sadece kızgın ve şehevi bir yüz gördüğü seçilmiş kişinin şefkatli, nazik, zarif, nasıl göründüğüne önemseyen, bununla birlikte sadeliği elden bırakmayan, bütün işlerini –dikiş işleri dahil- olabildiğince kendi elleriyle yapmayı tercih eden, yaşayacağı evin inşasına bizzat katılan bir kişiliği olduğunu da belki daha farklı bir sunumla anlatabilirdik.

         Söz Hazreti Muhammed'den açılınca,  'Hüzün Senesi' başlığı nasıl bir anlam ifade edebilir ki Türk edebiyat okuruna...

         Pek az şey. Oysa, edebiyat ve sanat alanında son derece verimli olabilecek bir  konu bu. Hazret-i Muhammed'in büyük kayıpların acısını yaşadığı, en büyük destekçisi olan sevgili eşi Hatice'yi ve hamisi-amcası Ebu Talip'i yitirdiği, Mekke aristokrasisi tarafından ambargoya maruz kaldığı için müminlerle birlikte açlık çektiği sene…  Ebu Talip'in yokluğu, Hazreti Muhammed'e karşı olan aristokratları cesaretlendirmişti. Öyle ki Kabe'de namaz kılarken onu aşağılamayı amaçlayan girişimlerde bulunuyorlardı ve küçük kızı Fatıma, namazını kılmaya devam eden babasını  çocuksu tedbirleriyle savunmaya çalışıyordu.

         Mekke'de o denli büyük bir yoksunluk ve sıkıntı içindeydi ki müminler, Hazreti Muhammed yanına evlatlığı Zeyd'i de alarak, bir ittifak kurma umuduyla Taif'e gitmeye karar verdi.

         Taif  Mekke'den elli mil ötede, Sakif kabilesinin yaşadığı bir şehir. Bu şehre kadar olan yolu yürüyerek kat etti Muhammed, yanında evlatlığı Zeyd'le. Şehre ulaştığında, kabilenin ileri gelenlerini bularak İslamiyet'i kabule davet etti. Onlar ise bu çağrıyı çok kaba bir dille geri çevirdiler.

         Muhammed ve Zeyd Taif'te on gün kadar kalarak davetlerini sürdürdüler. Muhatapları ise bu daveti giderek şiddet kazanan bir üslupla geri çevirmeye devam ederken, bu on günün sonunda  Taif'in serserilerini onların üzerine gönderdiler. Bir taş yağmuruyla önleri kesildi, kanlar sızdı yaralı ayaklarından, hatta başlarından. Bir saldırgan gürûh onları şehir eşrafından, Rabia oğullarından  Utbe ve Şeybe'nin bağına sığınmaya mecbur etti. Sığındıkları bağda, bir asma kütüğünün gölgesinde Rabbine dua etmeye başladı Muhammed: "Sen merhametlilerin en büyüğüsün, zayıfların ve ezilmişlerin Rabbi, benim Rabbimsin!"

         Bağın sahipleri olan Rabia oğullarının yüreğinde bir merhamet hissi uyandı ve Hıristiyan köleleri Adas'la bir salkım üzüm yolladılar, yaralı yolculara. Hristiyan kölenin Muhammed'e gösterdiği yakınlığı fark edince ise, onu hemen geri çağırarak, "Muhammed'in sihirli tebliğine karşı" uyardılar. Fakat, aslen Ninovalı, Hazreti Muhammed'in ifadesiyle ise "kardeşi Yunus peygamberin şehrinden" olan Adas, Muhammed'le kısa bir söyleşinin ardından müslüman olmuştu bile. 

         Yolcularımız, Taif'ten Mekke'ye kadar olan 50 millik mesafeyi bir kez daha yürüyerek kat ettiler, ayaklarındaki yaralardan kanlar sızmaya devam ediyorken. Geride, bir dindaşlarını, Adas'ı bırakarak...