Hürriyet ve daha çok demokrasi terörü gerçekten bitirebilir mi?

Türkiye gibi demokratik bir düzeni en ileri standartlarda yerleştirmeyi henüz tam olarak becerememiş ülkelerde "terörle mücadele" ciddî anlamda ihtiyatla yaklaşılması gereken bir tâbir.

Buna, 11 Eylül sonrası dünyada "terörle mücadele" teriminin uluslararası alanda hukuk tanımazlıkla birlikte kullanılmasını da eklediğimizde, terimin sevimsizliği iyice belirginleşiyor. 11 Eylül öncesi dünyada daha çok ulus-devletlerin kendi içlerinde cereyan eden bir olgu olarak "terörle mücadele", Türkiye'nin de sık sık tanık olduğu gibi, hukukun askıya alınması sonucunu doğurmaktaydı. Bu tür demokratik olmayan devlet düzenlerinde, terörle mücadele, ya yarım yamalak işlemeye çalışan göreli çoğulcu bir düzeni sekteye uğratan ya da doğrudan doğruya askerî yahut sivil diktatörlükleri pekiştirici bir etki yapmaktaydı. 11 Eylül sonrası dünyada aynı şey küresel ölçekte cereyan etme eğilimi gösterdi. Başını o dönemki ABD yönetiminin çektiği yaklaşım, küresel ölçekte "terörle mücadele" için, uluslararası hukuka çok da bağlı kalınmayabileceğini ifade ediyordu. Bu açıdan, aslında dikkat edilmesi gereken nüanslar olmakla birlikte, küresel anlamda "terörle mücadele" beşerîyetin ortak mirası olan uluslararası hukukun askıya alınabilir veya düpedüz çiğnenebilir olduğunu adeta tüm dünyaya kanıtlamaktaydı. Saldırı savaşının gayri meşruluğunu berhava etmek isteyen "önleyici vuruş" (preemptive strike) anlayışı veya Guantanamo örnekleri, bu bağlamda hemen ilk akla gelenler. Konvansiyonel olarak devletler arasında, tüm diplomatik yolların tüketilmesinden sonra ve ancak belirli koşulların gerçekleşmesi hâlinde müracaat edilebilecek bir yol olarak "savaş", 11 Eylül sonrası dünyada bir tarafında "teröristler"in bulunduğu ve doğrudan herhangi bir devleti hasım kabûl etmeyen/etmesi mümkün olmayan bir çatışma biçimine dönüştü. Bu "yeni savaş" türü, özellikle "kendi çıkarları" ile çatışması hâlinde uluslararası hukuka uymak istemeyen devletlerin ve de tabiî ABD gibi "tek kutuplu" yeni dünya düzeni bağlamında güç merkezi olarak öne çıkan devletlerin işini kolaylaştırıyor, uluslararası hukukun görmezden gelinmesi veya düpedüz ihlâli devreye giriyordu. Kısacası, "terörle mücadele", hem eskiden ve hem de bugünkü dünyada, hem ulus-devlet içinde ve hem de uluslararası alanda, insan haklarına ve temel hürriyetlere dayanan hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlâli için bir mazeret işlevi görmektedir.

Hâl böyle iken, devletlerin ulusal ve küresel ölçekte terörle mücadeleleri, "terör" diye nitelenen olgunun her düzeyde sâhip olabildiği toplumsal ve ideolojik destek nedeniyle netîce alamamakta, bu nedenle "terörle mücadele" süreklilik kazandıkça, demokratikleşme ve hukukun üstünlüğünü tesis etme hedefi sürgit ertelenmektedir. Böylece bir kısırdöngü hâlinde, terörle mücadele demokratik hukuk devletinin kurumlaşmasını engellemekte, demokratik hukuk devletinin kurumlaşması gerçekleşmedikçe teröre verilen toplumsal ve ideolojik destek de artmaktadır.

Düzenleyiciler terör ve demokrasi arasındaki bu ters orantılı ilişkinin birbirini besleyen bir kısırdöngü oluşturduğu teşhisini ne kadar paylaşmaktadırlar bilmiyorum. Ama 1992 yılında ABD-Almanya ortak girişimi olarak Almanya'nın Garmisch-Partenkirchen kentinde kurulmuş bulunan George C.Marshall European Center for Security Studies tarafından, Ürdün Kraliyet Ulusal Savunma Koleji'nin ev sahipliğinde, "Teröre ideolojik desteğin önüne geçmenin boyutları" diye tercüme edebileceğimiz bir başlık altında düzenlenen uluslararası konferanstaki ana temalardan biri de buydu. Amman'da geçtiğimiz hafta düzenlenen ve ABD'den Letonya'ya, Ukrayna'dan Azerbaycan'a kadar pek çok ülkeden katılımcıların bir araya geldiği bu konferansın ana sorunlarından biri, devletlerin terörle mücadele bakımından hangi hukukî araçlardan yararlanabilecekleri üzerinde odaklanıyordu.

Soruyu cevaplandırmaya herhâlde terörün tanımı ile başlamak gerekiyor. Sosyal ve siyasî düşünce alanındaki pek çok kavramda olduğu gibi burada da üzerinde ittifak edilmiş bir tanım mevcut değil. Bununla birlikte, üzerinde birleşilen bazı noktalar da bütünüyle yok denemez. Örneğin, hemen hemen tüm araştırmacıların terörün tanımını yaparken üzerinde birleştikleri hususlardan biri, terörün şiddet ile birlikte, şiddetten ayrılmaz bir biçimde ele alınması gerektiği. Buna göre terör, ya doğrudan şiddete başvurulmasını veya şiddete başvurulacağı tehdidini içeriyor. Böylece de, terörün şiddet aracılığıyla oluşturmak istediği ortam, insanın tüm makûl akıl yürütme melekelerini yok etmek suretiyle oluşacak olan bir "korku hâkimiyeti". Yine terörü ele alan ve özellikle de meseleye siyaset teorisi bağlamında yaklaşanların vurguladığı bir husus, şiddet aracılığıyla bir korku hâkimiyeti yaratmak isteyen terörün hemen daima bazı "siyasî amaçlar"a yönelmiş olduğu. Bir diğer deyişle terör, şiddet aracılığıyla belirli siyasî amaçları gerçekleştirmeye yönelişi ifade ediyor.

Şimdi bu noktada biraz duralım. Siyasî amaçlarla şiddet kullanımı, sadece terörizme has bir durum değil. Aynı özellik doğrudan "devlet" için de geçerli. Bu durumda insan, ister istemez, devletin kullandığı şiddet ile terörün doğasında var olan şiddet arasındaki farkı ortaya koymak zorunda kalıyor ki, burada da en önemli referans kaynağımız Max Weber. Çağdaş sosyal ve siyasî teorinin bu büyük kurucu isminin ünlü tanımına göre devlet, "meşrû şiddet kullanma tekeli" diye tanımlanıyor. O hâlde devletin müracaat ettiği şiddet ile terörizme içkin olan şiddet arasında, birincinin "meşrû" olması noktasında belirginleşen bir ayraç var.

Devletin tekeline alma iddiasında olduğu ve bu iddia üzerinden kendi tekeli dışında kalan tüm şiddet olgularını terör kavramı altında toplama imkânını elde ettiği "meşrûiyet" ise doğrudan hukuka uygunluk olarak anlaşılmalıdır. Bu anlayış temelinde ve devletlerin zaman zaman, özellikle de "terörle mücadele" mazereti arkasında "hukuk dışına" çıkan, bu anlamda "gayri meşrû şiddet uygulamaları, bilindiği gibi "devlet terörü" olarak da nitelendirilmektedir. İşte, teröre toplumsal desteğin ideolojik kaynakları üzerinde durulurken, devlet ile terörizm arasındaki farkın mutlaka hukuka uygunluk üzerinden anlaşılması gerektiğinin özellikle altını çizmek gerekmektedir.

Bu anlamda hukuk, çağdaş ölçüler içinde, insan haklarına ve temel hürriyetlere dayalı, çağdaş toplumların sosyo-ekonomik ve kültürel farklılıklarına saygılı bir içerikle tanımlanıp demokratik düzenin temeline yerleştirilmelidir. Ancak böyle bir demokratik hukuk düzeni, devletlerin ve uluslararası topluluğun terör olgusuna yaklaşımında meşrû bir mücadele zemini oluşturabilir. Bu da sonuçta şu anlama gelecektir: Hukuk düzeni ne denli çoğulcu ve demokratik bir nitelik kazanırsa, terörün zaman zaman kendisini haklı göstermek için müracaat ettiği "hak ve hürriyet mücadelesi" verme veya "adaletsizliklere başkaldırma" gibi gerekçelerin de toplumsal destek zemini bulması zorlaşacaktır. Bu bağlamda, örneğin ulus-devletlerin kendi varlıklarına yönelik tehdit algılamasıyla insan haklarına dayalı hukukun üstünlüğünü askıya alma pratiklerine son verilmesi önemli bir "teröre toplumsal destekle mücadele" yoludur. Benzer bir biçimde, 11 Eylül sonrası daha çok İslâm dünyasının dışındaki toplumlara hâkim olan "İslamofobi" ve "medeniyetler çatışması" yaklaşımının açıkça gayri meşrû nitelik taşıyan algı zemininin yerini din ve inanç özgürlüğünü evrenselleştirmeye yönelik uluslararası hukuk normlarının alması da küresel düzeyde önemli olmaktadır. Özetle, terörü toplumsal ve ideolojik destekten yoksun kılmanın en önemli yolu, daha çok hürriyet, daha çok hukuk ve daha çok demokrasidir ki; bu yolun en önemli uğraklarından biri, her düzeyde "farklı olana saygı"dır.
 
Kaynak: Zaman