Hollanda: Kafası karışık ve bölünmüş



10 gün önce Hollanda’da genel seçimler yapıldı. Seçimin bugüne kadar Türkiye ve dünyada en fazla yankı bulan sonucu, popülist siyasetçi Geert Wilders liderliğindeki aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin kazandığı başarı oldu. Köşeyazarınız da dahil, birçok gözlemcinin umutları ve beklentilerinin aksine, parti anketlerin işaret ettiğinden daha güçlü çıktı ve son seçimlerdeki oy oranını iki katından fazla artırarak oyların yüzde 15’ini elde etti. Yaklaşık 1.5 milyon Hollanda vatandaşı, kuvvetli anti-İslamizm’i, milliyetçi ve Avrupa karşıtı söylemiyle, yanı sıra bütün yerleşik siyasi partilere muhalefetiyle bilinen bir partinin cazibesine kapıldı. Geçen haftadan
bu yana Hollanda’daki iç muhasebe almış yürümüş durumda. Kilit soru şu: Bu kadar çok insanın bu partiye oy vermesi nasıl mümkün oldu ve bu gerçeklikle nasıl iştigal etmek lazım? Bunlara hükümette bir şans vermeli mi, yoksa ekonomik krizin ortasındaki Hollanda’nın birçoklarının anti-demokratik saydığı ve ülkenin dışarıdaki imajına zarar verecek bir partiyi kaldırması mümkün değil mi?
İlk önce seçim sonuçlarına dair birkaç şey söylemek isterim. 2002 seçimlerinden beri seçmenlerin yaklaşık yüzde 20’sinin bütün büyük partilerden ziyadesiyle hoşnutsuz olduğunu ve kendisini sistemin dışında konumlandıran popülist bir partiye oy vermek istediğini biliyoruz. 2002’de, seçimlerden hemen önce öldürülen karizmatik lider Pim Fortuyn’un partisi bu oyları çekmeyi başarmıştı. Dört yıl sonra, Fortuyn’un partisinden hiçbir şey çıkmayınca, bu yüzer gezer oyların büyük kısmı soldaki bir popülist partiye ve sahneye yeni çıkmış olan Wilders’ın partisine gitti. Bu seçimde ise Özgürlük Partisi protesto oyu vermek isteyen seçmenlerin önündeki tek alternatifti. Diğer bir deyişle, bir süredir ortada olan ve büyük ihtimalle kısa süre sonra unutulup gidecek bir fenomenle karşı karşıyayız. Bunlar, esasen dünyaya öfke duyan vatandaşlar. Siyaset seçkinlerinin kendilerini temsil etmediğini düşünüyorlar, küresel ekonomik kargaşanın ortasında kendilerini güvensiz hissediyorlar ve mahallelerindeki sevmedikleri değişimlerden Müslüman göçmenlerin varlığını sorumlu tutuyorlar. Gelecekte olabileceklerden korkuyorlar ve tek kültürlü olan, dış güçlere karşı güçlü bir ulusal hükümetçe korunabilen
bir maziyi özlüyorlar. Bu Hollanda’ya mahsus bir durum da değil. Bu korku ve öfke bileşiminin ifadesini, Batı Avrupa’nın diğer kesimlerindeki seçim sandıklarında da görebiliyoruz. Fransa’da Le Pen, Avusturya’da Haider, Belçika’da Flaman milliyetçilerinin güçlü performansı ve Danimarka’da göç karşıtı bir partinin yıllardır bir azınlık hükümetini desteklemesi hep bu durumun tezahürleriydi.

Peki bu partilerle nasıl başa çıkmalı? Birçok farklı strateji denendi. Belçika’da diğer bütün partiler hükümette onlarla işbirliği yapmayı reddetti ve geçen haftaki seçim sonuçları itibarıyla, bu strateji başarılı oldu, zira aşırılıkçılar oylarını Flaman milliyetçiliğinin daha ılımlı versiyonuna kaptırdılar. 
Avusturya’da tam tersini denediler ve onları gemiye aldılar; böyle yapmanın aşırılıkçıların
halk desteğini ciddi şekilde eriteceğini umuyorlardı. Bu strateji kısa vadede Haider’i safdışı bırakarak işe yaradı, fakat bugün iki aşırı sağcı partinin oyların neredeyse yüzde 25’ini topladığı bir manzarayla karşı karşıyayız.

Hollanda’da koalisyon pazarlıklarıyla geçen bir haftanın ardından, Wilders’ın partisine iktidarda yer açmak yönünde çok da büyük bir iştah olmadığı görülüyor. Büyük ihtimalle üç klasik merkez partisinin bir kombinasyonu ya da ilerici liberalleri ve Yeşilleri de içeren dört partili bir koalisyon olacak. Sonuç ne olursa olsun, 
Wilders, Hollanda toplumunun geleceğe dair kafasının karışık ve bölünmüş olduğu gerçeğinin güçlü bir hatırlatıcısı olmayı sürdürecek.

 

Kaynak: Radikal