Hıristiyan şehri-İslam şehri

Ticari ve sınai kapitalizmden önce Batı’da şehir hayatına rastlamak neredeyse imkansız; Avrupa’nın kadim sakinleri ancak Müslümanların Sicilya ve İspanya’ya gitmelerinden sonra şehirle karşılaşıyorlar. Sonrasında sanayileşme ve kapitalizmle beraber kentler ortaya çıkıyor. Bu açıdan sadece Türkçe’ye mahsus olmak üzere değil, genel anlamıyla “geleneksel şehir” ile “modern kent” arasında belirgin ayırımlar yapmak lazım, bu neredeyse tarihsel olarak bir zaruret sayılmaktadır.

Sanayileşme ile ortaya çıkan kentlerden önce Avrupa’da küçük yerleşim birimlerinden söz etmek mümkündür ancak. Sınai merkezlerin teşekkülüne kadar Avrupa’da yerleşim hayatının karakteristik özelliği feodalitedir. “Burg” denen ara yerleşim birimleri –ki ‘burjuvazi’ kelimesi ve bu sınıfın demografik ve topografik kökeni buradan türemiştir- bilinen şehir standartları göz önüne alındığında tabii ki şehir sayılmazlar. 

Modernlikle beraber de kent, yani kapitalist şehirler teşekkül etmeye başlamıştır. Üç aşağı beş yukarı bir “şehir kültürü ve hayatı”ndan söz etmek gerekirse eğer, bu, 12. yüzyıldan sonra, Endülüs’e ait bir olgudur. Endülüs şehirlerinde kütüphaneler, medreseler, hükümet konakları, meydanlar, mescitler, hamamlar, belli bir mantık ve imar planına göre düzenlenmiş, geceleri aydınlatılan sokaklar, ana arterler, meydanlar, açık alanlar vardır. Evlerin kurgusunda aile birliği, mahremiyet, komşuluk ilişkisi ve şehrin bütünüyle kurulan ilişki ana mantığı ya da öncelikleri tayin eder. İlgi alanlarına göre şehirlerin adeta uzmanlaştıklarını dahi söylemek mümkün. Mesela Kurtuba, bir üniversite ve ilim şehridir; İşbiliye (Sevilla) ise bir sanat merkezidir. Kurtuba’da bol miktarda kitap istinsah edilir, İşbiliye’de sanat eseri veya müzik enstrümanı.

Batı’da ne kadim medeniyet eserlerine rastlanabilir ne de mimari büyük yapılara. Bugünün devasa metropellerinde bizi 500–600 sene öncesine götürecek yapıların sayısı azdır. Köln’deki Dom katedralinin yapımı 400 sene öncesine dayanmaktadır; bu yüzden Avrupalılar 100 yıllık bir binaya “tarih” veya “medeniyet mirası” diyorlar, gözleri gibi bakıyorlar. İslam dünyasında Endülüs’ten başlayıp Çin’e, Uzakdoğu’ya doğru gittiğimizde muazzam bir şehir medeniyetiyle karşılaşıyoruz. 

Şehrin daima dinle ve kutsalla ilişkisi olmuştur. Seküler şehir tasavvuru neredeyse görülmüş değildir. Bu açıdan Avrupa tarihine baktığımızda talihsiz bir tecrübeyle karşılaşıyoruz. Bilindiği üzere Roma, Hıristiyanları şehre almıyor. Roma’nın Hıristiyanlardan talebi “itaat yanında ibadetin de Sezar” tahsis edilmesidir, Hıristiyanlar buna karşı direnip Sezar’a itaat edebileceklerini, ama sadece Allah’a ibadet edeceklerini söylüyorlar. İsa’nın mesajını “milletlere yaymak” isteyenler Hıristiyanlar devamlı bir şekilde tatbikata uğruyorlar. İki sebepten dolayı Hıristiyanların Roma şehriyle araları pek iyi sayılmaz: İlki onlara göre şehir günahın merkezidir; insanlar sadece şehirde Sezar’a itaat etmekle kalmıyorlar, Tanrı’ya ibadet de etmiyorlar, hayatlarını zevk-ü sefa içinde geçiriyorlar. İkincisi, kendileri için şehir güvenli değildir. Hıristiyanlar devamlı bir şekilde kendilerini yeraltında, kırsal alanlarda, mağaralarda veya Sümela Manastırı’nda olduğu gibi çok yüksek yerlerde gizleme ihtiyacını hissediyorlar. Manastırlar yanında, sınıf ve sosyo-ekonomik sebepler dışında pastoral kiliselerin teşekkülünde bu güvenlik faktörünün önemli paya sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Ne zamanki Hıristiyanlar inisiyatifi ele geçiriyorlar, işte o zaman “Hıristiyan şehri”nin ortaya çıkışı mümkün olabilmektedir ki, bu da en erken tarihte barbarların Batı Roma’yı yıkmalarıyla başlar, ama yine de kamil manada şehir teşekkül etmez, çünkü bu sefer feodal düzen Doğu İslam dünyasındaki gibi şehirlerin ortaya çıkmasına imkan tanımaz. Doğu Roma nispeten Batı Hıristiyanlığı’ndan ayrılmaktadır.

Hıristiyan şehrinin en belirgin özelliği Tanrısal sitenin, göklerin krallığının veya Yunanlılardaki kozmosun yeryüzünde iz düşümü olarak düşünülmesidir. Şehir, Hıristiyan değerlerine göre tasarlanmıştır, başka değerlere kapalıdır. Çünkü Hıristiyan, ancak böyle bir şehirde kendini güvende hissedebilir, dini değerlerini yaşayabileceğini düşünür. Şehirlerin Avrupa’da, Endülüs’le bir miktar gelişmesinden sonra, mezhep savaşları döneminde de benzer tutumun devam ettiğini görüyoruz. Zira şehir nasıl başka dinlere kapalı ise, başka mezheplere de kapalı düşünülmüştür. Mesela İsviçre’de halen varolan kanton sistemine göre “kimin toprağı, onun dini” kuralı geçerlidir. Yani eğer kanton Katolik bir prense aitse, orada sadece Katolikler yaşar, Protestanlar Protestan prensin kantonuna gidip gönüllerince yaşayabilir. İki mezhep mensubunun aynı yerleşim biriminde, barış içinde ve bir arada yaşaması hayli zordur. Bu kurala göre toprağın sahibi, hem dini hem de mezhebi belirlemektedir.

Hâlbuki Müslümanların kurduğu şehirlerin belirgin özelliği -Mekke ve Medine hariç, onlar istisna olup özel statüleri vardır-, gayrimüslimlerin de özgür bir biçimde yaşıyor olmalarıdır. Kısaca “Hıristiyan şehri” demek, sadece Hıristiyan değerlerine göre kurulan ve Hıristiyan olmayanlara –Ortaçağda- yaşama hakkı tanımayan, “öteki”nin olmadığı şehir demektir. Bunun derin izleri Batı kentlerinde hala sürmektedir. Modern Batı kentinde göçmenleri, dışarıdan gelenleri ‘entegrasyon’ adı altında asimilasyona zorlamaya matuf politikalar bu tarihsel modelin izlerini taşımaktadır.