Her şey yıkılırken

Filipinler Üniversitesi sosyoloji profesörü, Bangkok kökenli araştırma kurumu Focus on the Global South’ta üst düzey araştırmacı ve Foreign Policy In Focus (www.fpif.org) köşe yazarı Walden Bello, 1997 Asya mali krizinin 10. yıldönümünde yeni mali krizin ayak seslerini ve Doğu Asya ekonomilerinin güncel sorunlarını yazdı.


Batı Pasifik ekonomileri, 1997 Asya mali felaketinden on yıl sonra, kriz öncesindeki oranlarda olmasa bile büyümeye devam ediyorlar. Bölge krizin silinemez izlerini taşıyor. Kriz öncesine göre daha fazla yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal istikrarsızlık mevcut. Örneğin Güney Kore’nin katı emek piyasası reformları, gelişmiş ülkeler arasında görülen en yüksek intihar oranlarını peşine takan büyük bir umutsuzluğa neden oldu.

Bu arada, “yeni küresel mali mimari” hakkında yapılan bütün konuşmalara karşın, küresel mali ağlar boyunca sanal bir hızla vurgun yapmaya devam eden kitlesel sermaye miktarlarını düzenleme konusunda da pek az şey yapıldı. Bu akışlar 1997 krizinin temel nedenlerinden birisiydi. Her şeyi piyasaya bırakma meraklıları bizlere endişelenmememizi söyleyerek büyük bir güvenle 2002’deki Arjantin krizinden sonra herhangi bir büyük kriz yaşanmadığına işaret ediyorlar.

Ancak Wall Street camiasından gelen eski hazine sekreteri Robert Rubin gibi biraz daha bilgili kimseler, düzenlemelere karşı direnmekle birlikte, son derece endişeliler. “Elbette gelecekteki bir mali kriz neredeyse kaçınılmazdır ve bu kez daha da sert geçebilir. Piyasalar daha da büyüyor, enformasyon daha hızla akıyor, akışlar daha büyük, ticaret ve sermaye piyasaları bütünleşmeye devam ediyor” diye yazıyor Rubin In an Uncertain World (Belirsiz Bir Dünyada) isimli kitabında. “Yine belirtilmelidir ki kimse bir sonraki krizin hangi alanda; gayrı menkulde mi, yükselen piyasalarda mı yoksa başka bir yerde mi meydana geleceğini tahmin edemiyor”. Brookings Institution tarafından yakın zaman önce yapılan bir çalışma da Rubin’in korkularını doğruluyor: son 30 yıl içinde 100’ün üzerinde mali kriz yaşanmış.

Mali Sermayenin Hükümdarlığı

Küresel mali devrelerde dolaşmakta olan spekülatif sermaye miktarı gerçekten de dudak uçuklatacak boyutlarda. Financial Times köşe yazarı Martin Wolf’un alıntı yaptığı McKinsey Global Institute rakamlarına göre, küresel “çekirdek mali varlıklar” stoku, 2005 yılında 140 trilyon dolara ulaştı. Geleneksel ticari bankalar, küresel mali varlıkların önemlice bir miktarını ellerinde tutuyorlar. Ama, tasarruf sahipleri ile yatırımcılar arasında önemli aracılar haline gelmiş bulunan banka-dışı mali oyuncuların 2005 yılında 46 trilyon doları, yüksek riskli yatırım fonlarının 1.6 trilyon doları ve özel hisse yatırımcılarının yaklaşık 600 milyar doları ellerinde bulundurdukları tahmin ediliyor. Bu rakamlar ve küresel mali sermayenin şaşırtıcı yükselişi ve hızıyla ilgili diğer veriler, 1997 mali depreminin onuncu yıldönümünde, Temmuz ayı ortalarında Bangkok’da yapılan “On Yıl Sonra: Doğu Asya Mali Krizinden Bu yana Nekahet ve Uyum” isimli konferansta iktisatçı C.P. Chandrasekhar tarafından ortaya konuldu.

Mali sermayenin geometrik büyüme hızı küresel ekonomiyi felç eden aşırı kapasiteden kaynaklanıyor. Bu da küresel ekonominin Çin ve Birleşik Devletler hariç büyük parçalarındaki yatırımlarda kayda değer bir yavaşlama yarattı. Kapitalistler küresel ekonomideki durgunlukla birlikte, üretken kapasiteye yatırım yapmakla daha az ve paralarını spekülatif faaliyetlere kaydırarak zaten yaratılmış olan değerden daha fazla değer elde etmekle daha fazla ilgilenir hale geldiler.

Bir kar elde etme biçimi olarak spekülatif faaliyet, uluslararası piyasalardaki yabancı döviz işlemlerinin, mal ve hizmet ticaretindeki yıllık 9.1 trilyon dolarlık değerle kıyaslandığında, günlük 1.9 trilyon dolarlık bir hacme ulaşmasıyla birlikte ticareti de etkisi altına aldı. Bir başka deyişle, tek bir günde yapılan spekülatif faaliyet yıllık küresel ticaretin yüzde 20’sine ulaştı! Küreselleşme savunucularının liderlerinden birisi olan Martin Wolf, aşağıdakileri yazdığında, günümüzün küresel sermaye fraksiyonları arasındaki iktidar ilişkilerini de kavramış oluyordu: “Varlık alıp satan tüccarın uzun vadeli üretici üzerindeki zaferi yeni mali kapitalizmi temsil ediyor”.

IMF ve Birleşik Devletlerin krizin suçunu Asya ülkelerindeki mali işlemlerin şeffaf olmamasının üzerine atmalarından on yıl sonra, sıra küresel finansa geldiğinde, geçirmezlik günün kuralı halini aldı. Spekülatif sermaye hareketleri ve mutasyonları ulusal ve çok taraflı düzenleyici otoritelerin düzenleme kapasitesini aşmış durumda. Geleneksel kredi, hisse ve tahvillere ek olarak, yeni ve özel bir kesime hitap eden türevler gibi mali araçlar mali sahneyi dolduruyor. Türevler, herhangi bir varlığın kendisinin ticareti yapılmaksızın, altta yatan bir varlığın malileşmesini; riskin alınıp satılmasını temsil ediyor. Bugün, karbon ticaretinin hızından Internet broadband bağlantılarına ve hava tahminlerine dek her şeyin riski malileştirilebiliyor ve ticarete konu edilebiliyor.

Daha karmaşık araçların yükselişine paralel olarak yüksek riskli yatırım fonları ve özel hisse fonları küresel kumarhanenin en dinamik oyuncuları olarak yükselişe geçtiler. Asya mali krizinin kilit tetikleyicileri oldukları söylenen yüksek riskli yatırım fonları, şimdi daha da serbestçe at koşturuyorlar. 9.500’ün üzerinde yüksek riskli yatırım fonu, toplam riski asgarileştirme ve karları azamileştirme hedefiyle, çeşitli yatırımlarda kısa ve uzun vadeli pozisyonlar alıyor. Özel hisse fonları, firmaları önce denetim altına almak, yeniden yapılandırmak ve daha sonra kar için satmak amacıyla hedefleri haline getiriyor.

Rezerv Birikim Stratejisi
Asya ülkeleri kendilerini, küresel finansın yarattığı fırtınaları sakinleştirecek küresel mali düzenlemelerin yokluğunda, bölgeden panik içinde 100 milyar dolar para çekerek ekonomilerini çökerten oynak küresel spekülatörlerden korumaya yönelik önlemler aldılar. Doğu Asya Ulusları Birliği (ASEAN), üye ekonomileri korumak üzere, Çin, Güney Kore ve Japonya ile birlikte “ASEAN Artı Üç” mali grubunu oluşturmak üzere bir araya geldi. Bu düzenleme üye ülkelerin spekülatörlerin kendi döviz kurlarını hedef almaları halinde rezervlerini takas etmelerine izin veriyor.

Daha da önemlisi, bu ülkeler, döviz kurlarını aşırı değerli tutarak ulaştıkları bir hedef olan büyük ticari fazlalar yaratarak mali rezervler oluşturdular. 2001 ve 2005 arasında, Nobel ödüllü Joseph Stiglitz’e göre, sekiz Doğu Asya ülkesi, Japonya, Çin, Güney Kore, Singapur, Malezya, Tayland, Endonezya ve Filipinler toplam rezervlerini kabaca 1 trilyon dolardan 2.3 trilyon dolara yükselttiler. Paktın lideri olan Çin’in şimdi 900 milyar dolarlık rezervi olduğu ve onu Japonya’nın takip ettiği tahmin ediliyor.

Bu da oldukça paradoksal bir durum yarattı. Durgunluk yönünde güçlü eğilimlere sahip olan küresel bir ekonomide, Çin üretici ve Birleşik Devletler de tüketici olarak dünya ekonomisini su yüzünde tutan ikiz motorlar durumundalar. Yine de Birleşik Devletlerin ekonomisini ayakta tutabilmek ve Çin ile Asya’da üretilen malların kendi orta sınıfları tarafından tüketilmesini finanse etmek için, Çin ve diğer Doğu Asya ülkelerinden gelen sabit bir kredi akışına ihtiyacı var. Bu arada, Afrika’dakiler gibi, Doğu Asya’dan gelen sermayeye gerçekten ihtiyacı olan ülkeler de bu rezervlerin pek azından yararlanıyorlar çünkü bu ülkeler kredi verilebilir bulunmuyor.

IMF’nin Çöküşü

Asya ülkeleri Uluslararası Para Fonu ile olan acılı tecrübeleri nedeniyle büyük rezervler yarattılar. Hükümetler krizi IMF tarafından atılan öldürücü bir yumruklar dizisi olarak anımsıyorlar. Birincisi, Fon, ABD Hazine Bakanlığı ile birlikte, bu ülkeleri kendi dövizlerini satın alan yabancı sermayenin kolaylıkla dışarı çıkmasıyla sonuçlanan bir biçimde sermaye hesaplarını serbestleştirmeye zorladı. Daha sonra IMF bu ülkelere, ekonomilerini değil yabancı kreditörleri kurtarmak için, yüz milyarlarca dolarlık kredi verdi. Daha sonra, ekonomileri sallanmaya başladığında, Fon onlara daha derin bir durgunluğa doğru sürüklenişlerini hızlandıran, döngülere paralel harcama kesintisi politikaları uygulamalarını söyledi.

“Bir daha asla” sloganı, olumsuz biçimde etkilenen bir dizi hükümetin sloganı halini aldı. Tayland’daki Thaksin hükümeti, 2003 yılında borçlarını kapatarak ve Fon’a asla geri dönmeyeceğini açıklayarak IMF’den “mali bağımsızlığını” ilan etti. Endonezya IMF’ye olan borçlarını 2008’de ödeyeceğini söyledi. Filipinler Fon’la yapılan yeni kredi anlaşmalarından çekilirken, Malezya krizin zirvesinde sermaye denetimleri getirerek Fon’a isyan etti.

Bu durumda IMF, ironik bir biçimde, 1997 sarsıntısının kilit kurbanlarından birisine dönüştü. 1000 kadar elit iktisatçının çalıştığı bu kibirli kurum bir daha asla içine düştüğü keskin meşruiyet ve güvenilirlik krizinden kurtulamadı; kriz Fon’un yıldız öğrencisi Arjantin’in 2002 yılındaki iflasıyla daha da derinleşecekti. 2006’da, Tayland örneğinin ardından Brezilya ve Arjantin mali bağımsızlık elde etmek amacıyla Fon’a olan tüm borçlarını ödediler. Daha sonra Hugo Chavez, Venezüella’nın IMF ve Dünya Bankası’nı terk edeceğini ilan ederek ipleri kopardı. En büyük borçlularının başlattığı bu boykot IMF bakımından bir bütçe krizine neden oldu.

Olayların bu gidişatı IMF’yi, büyük gelişmekte olan ülkeler arasında son derece etkisiz bıraktı. Ama IMF otoritesinin ve gücünün gerilemesi yalnızca gelişmekte olan ülkelerin Fon’un müdahalelerine yönelik direnişleri sayesinde olmadı. Bush yönetiminin kendisi de, Fon’un muhafazakar Amerikalı direktör yardımcısı Ann Krueger’in, gelişmekte olan ülkelere borç geri ödemelerinde kreditörleriyle yeni vade müzakereleri yaparken bir bekleyiş dönemi yaşamalarına izin verecek IMF gözetimindeki bir “Egemen Borç Yeniden Yapılandırma Mekanizması” (SDRM) oluşturma girişimini veto ettiğinde, Fon’un küresel finansta anlamlı bir rol kapma arayışının gerilemesine katkıda bulundu. Birçok gelişmekte olan ülkenin SDRM önerisini oldukça zayıf bulmasına karşın, Washington’un vetosu Bush şürekasının, ABD mali kurumlarının uluslararası operasyonları üzerindeki en zayıf denetime bile hoşgörülü davranmayacağını gösterdi.

Neoliberalizm Reddiyesi: Tayland

Asya mali krizinin ardından yıkılan sadece IMF değil, 1990’ların egemen ideolojisi olan neoliberalizmdi de. Malezya sermaye denetimleri getirerek ekonomisini istikrara kavuşturdu, bu sayede 1998-2000 durgunluğunu olumsuz biçimde etkilenen diğer ülkelerden daha iyi atlattı. Ancak, neoliberalizmden en dramatik kopuşu gerçekleştiren ülke Tayland oldu. IMF’nin neoliberal reçetelerine sadakatle itaat eden hükümetlerin yönetimi altında geçen üç durgun yılın ardından, yeni seçilen Thaksin Shinawatra hükümeti ekonomiyi yeniden ayaklarının üstüne dikmek için döngüsellik karşıtı, talep kışkırtıcı yeni-Keynesçi politikaları yaygınlaştırdı. Tayland hükümeti kırsal borçların geri ödemelerini dondurdu, hükümet tarafından finanse edilen evrensel sağlık hizmetlerini kurumsallaştırdı ve her bir köye özel bir projede harcanmak üzere bir milyon baht verdi. Neoliberal iktisatçıların karanlık öngörülerine karşın, bu önlemler, ekonominin, o zamandan bu yana Çin’in sıcak ekonomisi tarafından yaratılan taleple ayakta tutulan ılımlı bir büyüme patikasına girmesine katkıda bulundu.

Bir milyon Taylandlının birkaç kısa hafta içinde yoksulluk sınırının altına düşmesine sahne olan 1997 mali krizi, halkı neoliberal küreselleşmeye düşman etti. Hükümet kırda ve kentlerdeki alt sınıflara yönelik gelir desteği yoluyla yerel talebi kışkırtmaya odaklanmışken bile, serbest ticaret karşıtı popüler duyarlılıklar yükselmeye devam etti. 8 Ocak 2006’da, birkaç bin Taylandlı Birleşik Devletlerle Tayland arasında serbest ticaret anlaşması (FTA) görüşmelerinin yapıldığı Tayland’daki Chiang Mai binasını yağmalamaya girişti. Görüşmeler donduruldu; aslında Başbakan Thaksin’in FTA savunusu meşruiyetini yitirmesine ve nihayet 2006 Eylül ayında görevden alınmasına katkıda bulunan faktörlerden birisi haline geldi.

Küreselleşme bakımından yaşanan bu tatsızlığa ülkenin popüler monarkı Kral Bhumibol tarafından savunulan ekonomik programın popülerlik kazanması eşlik etti. “Yeterlilik ekonomisi” ismini taşıyan bu program, tabanda öz-güvene ve yerel ekonomik ağlar arasında daha güçlü bağların yaratılmasına vurgu yapan içe dönük bir strateji. Eleştirmenler Thaksin’i deviren asker destekli hükümetin Kralın popülaritesinden yararlanarak, yeterlilik ekonomisini yönetimini meşrulaştırmak için akıllıca kullandığını iddia ediyorlar. Her ne olursa olsun bugün Tayland’da küreselleşme hala popüler olmayan bir sözcük durumunda.

Neoliberalizm Dayatması: Güney Kore

Tayland neoliberalizm ve IMF’den koparken, Güney Kore hükümete Fon tarafından dayatılan neoliberal reformları neredeyse harfi harfine takip etti. Sosyolog Chang Kyung Sup’a göre “emeğin bastırılması Güney Kore şirketlerinin kurtarılmasının en kritik önlemi haline geldi. Nefes kesici dönemin son bulmasından sonra bile büyük firmaların çoğu örgütsel ve teknolojik yeniden yapılanmayı istihdamı asgarileştiren bir tarzda sürdürdüler ve bu sayede de küresel rekabetçi ihracatçılar olarak yeniden doğdular”.

Bir zamanlar ABD Ticaret Temsilcisinin bir raporunda ABD girişimleri açısından “dünyanın en zor ülkesi” olarak nitelenen klasik eylemci kalkınmacı bir devlet olan Güney Kore, IMF yönetimi altında Japonya’dan çok daha liberal bir ekonomiye dönüştü. Chang, Kore’nin mali ve sınai firmalarının yabancılaştırılmasının “sersemletici bir hızla” gerçekleştiğini, yabancı mülkiyetin şimdi Kore’nin en büyük mali ve sınai tekellerinin ya da chaebollerinin hisselerinin yüzde 40’ına sahip olduklarını söylüyor. Bugün Samsung’da yüzde 47, çelik şirketi Posco’da yüzde 50’nin üzerinde, Hyundai Motors’da yüzde 42 ve LG Electronics’de yüzde 35 yabancı mülkiyet mevcut.

IMF Kore’yi bir “başarı öyküsü” olarak öne çıkardı. Ancak, Koreliler Fon’dan nefret ediyor ve bu sözde başarının yüksek sosyal maliyetlerine işaret ediyorlar. Güney Kore hükümet rakamlarına göre, nüfusun, bir yoksulluk oranı ölçüsü olan “asgari yaşam geliri” altında yaşayan bölümü 1996’da yüzde 3.1’den 2000’de yüzde 8.2’ye ve 2006 başlarında yüzde 11.6’ya yükseldi. Eşitsizliği ölçen Gini katsayısı 0.27’den 0.34’e sıçradı. Sosyal dayanışma göçle, ailelerin yıkımıyla, boşanma oranlarındaki çarpıcı artışla ve sarsıcı intihar oranlarıyla birlikte zayıflıyor. Chang “kriz öncesi döneme altın çağ olarak bakan tek bir büyük mutsuz topluma sahibiz” diyor.

Her Şey Yıkılırken

1997 Asya mali krizi IMF’nin gerilemesine neden olurken, iktisatçı Jayati Ghosh krizin aynı zamanda Uzak Asya’nın kalkınma devletinin çöküşüne de damgasını vurduğunu söylüyor. Bu kalkınmacı devlet ulusal ekonominin dünya ekonomisiyle küresel ekonomik güçler tarafından marjinalize edilecek değil güçlendirilecek biçimde bütünleştirilmesini saldırgan biçimde yönetmişti.

Doğu Asya ekonomileri, krizden bu yana izledikleri farklı patikalara karşın, geri dönüşü olmayan bir biçimde hırpalanıp zayıfladılar. Kriz taklit edilecek modeller olarak kalkınmanın ön saflarındaki yerlerinin sonunu getirdi. Kendi yüzyılları olacağını düşündükleri 21. yüzyıl ellerinden kayıp gitti. Felaket fenerin Çin’in ellerine geçmesine de damgasını vurdu. Daha küçük Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri, şimdi zayıf düşmüş bir halde devasa komşuları tarafından yaratılan dinamizme giderek daha fazla bağımlılaşıyorlar.

[www.fpif.org'deki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]