Kalabalığı ve uğultusunu içerde bırakıp dışarı çıktığımda çöl serinliğinin keskinliğini hissettim. Onlarca konuğun gürültülü neşeleri Bağdat gerçeğiyle pek tezat duruyordu. Kimsenin bu gecenin keyfini kaçırmaya niyeti de yok gibiydi. Bu Lübnan lokantasının cadde girişi ne kadar tedirginlik vericiyse Dicle üstüne sarkan yalnızlık o denli sessiz, tenha ve terk edilmişliği yansıtıyordu. Dışarıda zırhlı araçlar, pürsilah askerler, eskortların yanıp sönen ışıkları...içerde Ortadoğunun her bir köşesinden, Avrupa'dan gelen konukların gültücü şenliği.. daha da dışarıda kendi halinde insanlar;yüzlerce yıllık bir iklimden bugüne düşmüş geçmişin sükunlu çehrelerinden birer akis sanki.
Basamaklardan sessizce indim. Dicle ayaklarımın altındaydı. Karanlıktı sessiz. Tedirgin bir sessizlikti hissettiğim...
Uzakta bu yorgun nehrin üzerinden geçen bir köprünün ışıkları yanıp söner gibiydi. Dicle sessizce akıp gidiyor; hatta ürpertici bir sükûnetle akıyor...
Gece serinliği iliklerime kadar işlemişken birden uzakta, Dicle'nin pürüzsüz yüzünde bir ışıltı... Dicle'nin sessiz akışını fark ettiren bir hafif tebessüm gibi kıvrımlı ışıltı... Başımı yukarıya kaldırdığımda ışıltının bir yansıma olduğunu ancak fark edebildim. Gökte hilal şeklinde Ay ve Dicle'ye bir damla gibi düşen parıltısı...
Her gece Ay damlarken Dicle'ye kaç Bağdatlı bunu fark eder?
Her gece damlayan Ay kimlerin gözyaşını siler? DEVAMI>>>