I-Dünyabülteni.net sayfalarında okudum: IMF gıda savaşları konusunda dünyayı uyarıyor. Hükümetler yıkılabilir, savaşlar çıkabilir.
Afrika'daki kimi ülkeleri, aktüel olarak Darfur'u tehdit eden açlık ve susuzluk bütün dünyaya yayılacak mı?
Bu kemirgen açlığın ve susuzluğun bariz göstergeleri, canını dişine takarak bir Batı ülkesine gitmeye çalışan göçmenler. Kaçak yolcular sıkıştırıldıkları LPG aracından indirilirken, boşluğa adım atan astronotlara benziyorlar. Yeryüzünde adım atabilecekleri bir karış zemin olsun bulunamaz sanki. Bu nedenle de ölümü hiçe sayarak Adriyatik denizini derme çatma bir botla aşmayı göze alabiliyorlar..
Göçün nedeni bazen açlık ve geçim sıkıntısı değilse de kişiyi kendi ülkesinde paryalaştıran siyasetler. Kimisi Iraklı, kimisi Filistinli, kimisi İranlı, Pakistanlı, Kongolu. Haber düne ait de olabilir, iki ay öncesine de... Bir keresinde derme çatma motorun batması sonucunda denizin derinliklerinde yiten 80 mülteciden 48'inin cesedi bulunmuştu. Türk Kaptan Ali, "Bu gaz, bu da fren, bu dümen, düz git, Sisam" demişti çünkü, gözünün tuttuğu Filistinli mülteciye ve motoru terk etmişti.
Filistinli'nin canı ucuz nasılsa; "gemisini yürüten" Kaptan Ali de bunun farkında.
Dünyaya, gece karanlığında veda etmişlerdi talihsiz göçmenler; saatleri gecenin bir yarısında durmuştu, denizin derinliklerinde.
II- Durduğu yerde sükûnete kavuşamayan bir insan türü: Göçebe. Doğduğu yerde değil doymayı, yaşamayı bile düşünemez hale gelen insan ise, mülteci. Siyasal, ekonomik, kültürel ya da ailevi nedenlerle insanlar göçüyor, çoğu zaman göçetmeye zorlanıyor. Bazen kendinden çalınan bir dilim ekmeğin peşinde gerçekleşiyor bu göç, bazen de açıkça gaspedilen gelecek tasavvurlarının. Iraklılar, Afganlılar ülkelerini terkederek zor şartlar altında gizlene saklana Batı'ya göç etmek isterlerken, belirsiz bir geleceğe de yelken açmış oluyorlar. İranlı gençler yıllardır Batı ülkelerinin sefarethaneleri önünde vize kuyruğuna giriyorlar. Ülkelerini terketmek için pasaport kuyruklarında bekleyen genç Iraklıların sayısının günden güne artış gösterdiğine dair haberler eksik olmuyor medyada.
Göçmenler, o kadar da iyi bir kabul görmeyeceklerini bile bile, canlarını tehlikeye atma pahasına Batı ülkelerine akmaya devam ediyorlar. Büyük mesafeler katediyor, daracık mekanlarda günlerce aylarca bekliyor, bir geçiş alanı saydıkları Türkiye'ye girerken yakalanmıyorlarsa, bu ülkeye ait bir kıyı şehrindeki viranelerde ve depolarda göç harekatı için bir adım daha atmak üzere uygun zamanı beklemeye koyuluyorlar. Bazen deniz dibinde sükûnete ulaşıyor, yeryüzüne fazla geliyormuş gibi görünen nüfusları.
Göçmenleri yola düşüren nedenin açlığın yanı sıra siyasal baskılar olabildiğinden söz ettim ya yukarıda... Batı'ya göç eden insanların büyük kısmı, bir zamanlar ABD tarafından Sovyet yayılmacılığına karşı tasarlanmış olan Yeşil Kuşak Projesi'ni içine alan ülkelerin tabileri olarak görünüyor. Sovyet yayılmacılığını güneyde dini inançlarıyla, imanlarıyla duvarlaşan bir kuşak gibi karşılayarak engelleyecek şekilde tasarlanan Yeşil Kuşak, çeşitli yorumlara göre oluşturduğu etkilerle Sovyetler Birliği'nin çöküşüne katkıda bulundu. Fakat geçen yıllar içinde genellikle müslüman toplumların ayağına dolanan bu sentetik yeşil kuşak boyunca mevcut olan –çoğunlukla da askeri darbeye açık- hükümetlerin çoğunun, siyasal olduğu kadar ekonomik açıdan da kendi ayakları üzerinde duramayacakları bir iflas noktasına çekildikleri söylenebilir.
III- Yerkürenin tamamına yönelen açlık tehlikesine karşı Yeşil Kuşak projesini çağrıştıran bir Yeşil Devrim projesi ise, bir kez daha gündemde.
Yeşil, İslam'la ilişkilendirilen bir renk. Postmodern söylemlerde var olan eğretileme yöntemiyle bu renk, Batılı sanatçılar tarafından müslümanlara yeniden öğretilen bir anlamın altını çizen bir bağlama çekilir. Ziyaüddin Serdar'ın aktardığı bir postmodern kurguda, iki boyutlu ızgara desenli çalışmalarda haç biçiminde ayarlanmış beş fotoğraf, dört minimalist yeşil panelle birleştirilmiştir. Haç ve panel yeşildir. Serdar'a göre, İslam'la sıkı bağları olan bu renk ilişkisi, İslam'la Batı arasındaki ilişkiyi de tasvir eder:"Medenileştirme görevi" ve Öteki. ( Postmodernizm ve Öteki-Batı Kültürünün Yeni Emperyalizmi, sf. 253, Söylem; 2001)
Yeşil Kuşak Projesi, bu ilişkinin araçlarından biri olarak, bütün sonuçlarıyla gözlerimizin önünde. Bu proje Afganistan'da kardeş kavgalarına yol açarken, sayısız insanın da göçmen ya da mülteci olmasına sebep oldu. Şehirlerin etrafında birer varoş manzarası sunacak şekilde uzayan mezarlıklar, sakatlar, uyuşturucu ticaretinin yol açtığı acılar, Irak'a doğru genişleyen Batı müdahalesine açık bir zaaf hali, yine bu projenin ürünü. Verimi, bereketi çağrıştıran 'yeşil', bu projeyle birlikte istikrarsızlığın, göçmenliğin hatta terörizmin rengi sayılmaya başlandı.
Diğer taraftan, İkinci Dünya Savaşı sonrası olgularından birisi, yoksul Üçüncü Dünya'yı Amerikan teknolojisi ve sermayesiyle kurtaracağı öne sürülen "Yeşil Devrim"di. Yeşil Devrim sanki uçsuz bucaksız yeşil ovaları çağrıştırıyor, ama bu devrimin pratik sonuçları hiç de bu çağrışımla uyumlu manzaralar sunmuyor. Bu proje Afrika'daki aç çocuklarla ilgili sahneleri ortadan kaldıracak desteklere alt yapı oluşturacak, sanayileşmekte olan ülkelerdeki gelir dengeleri arasındaki uçurumu kapatacak tarımsal verim kapasitelerini artıracak yerde, kendilerine ait tanıdık bildik tarım alanlarından ve tekniklerinden uzaklaştırılan milyonlarca insanın emeğinin ve bilgisinin büyük holding çiftliklerini geliştiren programlar tarafından yutulmasına yol açmış bulunuyor.
Anarşist John Zerzan'ın ifadesiyle, "...yoğun bir fosil yakıt tüketimini gerektiren bu sözde Yeşil Devrim, daha önce benzeri hiç görülmemiş bir hırsla tabiatın yeşil örtüsünü parçalamaya dönük bir saldırının da meşru adı oldu." (Gelecekteki İlkel, sf. 127, Kaos; 2000.
Her ikisi de Batı dünyasının güç merkezlerinin dünyayı kuşatan felaket ve tehditleri kendi varlık alanından uzak tutmaya dönük olarak hazırlandığı söylenebilecek bu projeler, gönderme yaptıkları dünyevi cennete karşılık mustazaflara bir step, bir çöl iklimi sunmaktan öteye gidemediler. Tarihçilerin "bereketli hilâl" diye isimlendirdikleri bölgenin insanları, yöneticilerinin siyasal ve ekonomik alandaki bağımlılıklarının, zaaflarının bir sonucu olarak da açlıkla tanıştılar ve ellerinden çalınan ekmeğin peşinde, Batı ülkelerinden birine sığınmanın yollarına düştüler.