Hepimizin büyük resmi

Sayıları giderek artıyordu ölenlerin. Bir korku filmini yeniden seyrediyor hissine kapıldım. Yaşı kırkın üstünde olanlar Türkiye’nin kardeş ölümlerini yaşadığı yılların kahreden seslerini hatırlıyor. Nihai aşamasına ulaşsın diye çabaladığımız, senelerce yazıp çizdiğimiz, konuştuğumuz, kendi çapımızda özverilerle kucakladığımız barış süreci bu denli kolayca göz ardı edilir bir nahiflikte mi ele alınıyormuş? Kobani üzerinden keskinleştirilen bir yeni düzenin bedelini bölge olarak ödemeye hüküm giymiş gibiyiz.

Son birkaç gün içinde medya ve toplu taşıma araçlarından edindiğim izlenim bu: Barışı bu bölge insanına çok gören, savaşın muharipliğine meraklı, çözümü her tür silahların çekilmesinden bekleyen ne çok insan varmış. Siyasî konularda kendisi gibi düşünmeyen kesimlerden duyulan nefreti, onları sürüleştiremiyorsa imha noktasınavardırmaya teşne ne çok tahakküm heveslisi pusuda bekliyormuş meğer!

Anlı sanlı sosyalist ve hümanist yazarların gizemli bir odaktan gelecek darbe için yakarışa geçtiğini görmek daha çok düşündürücüydü.   Onca darbe yıkımının ardından bu toplumun kanaat önderlerinden bazıları reşit olmanın ne demek olduğundan habersiz, geçmişte yaşanan can yakan yürek burkucu olaylardan ibret almamış gibi çözümü emperyalistlerden, karanlık odaklardan bekler bir vaziyet sundular. Bu vaziyete evrilen bir halkçılığın nasıl bir şey olduğu üzerinde durulmaya değer bir konu aslına bakılırsa. Kürt siyasî hareketiyle ilişkili çevrelerden bazılarının hınçlarını güya uğruna mücadele ettikleri Kürtlerden çıkarmaları daha az düşündürücü değil gerçi. Sorunların ve ideallerin kavmiyet davası üzerinden okunması zaten fazlasıyla ızdırap verici. Müminlerin kardeş kılındığını haber veren ebedi mesaj gereğince kardeş bildiğiniz, kardeşim dediğiniz kişi size etnik kökeninizi hatırlatıyor ve “biz seninle asla kardeş olmadık” diyebiliyor maalesef. Neredeyse herkes diğerine kendi bellediği “büyük resmi” hiçbir sıkıntı duymadan sunmanın derdinde. Oysa onlarca defa tecrübe edildiği üzere gaddarlığın sürekli kıldığı yas günlerinden bizi felaha ulaştıracak   bir umut, bir iyilik ve barış çıkmıyor.

Bana göre “büyük resim” yapay sınırların ötesinde bir çoğulluk ve müsamaha duygudaşlığı içinde var olma ve “Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım” düsturundan uzaklaşılmasını yansıtıyor. Neticede halkların, evhamlı sebeplerle günden güne duygu dünyasından başlayarak giderek daha fazla bölünüp parçalanıyor olması gibi bir gerçeğimiz var. Bu bölünüp parçalanmanın stratejik planda olsun gündelik hayatta olsun kimseye bir yararı yok. Sömürgecilik devrinin artığı despot rejimlere çok büyük önem atfetmek de “büyük resmi” bihakkın değerlendirmek anlamına gelmiyor. Dış müdahaleler bu rejimlerin zulümle payidar kıldıkları varlıklarının bir müddet daha uzaması anlamına geliyor sadece. Havadan bombardımanlar bölgemize gül ekmiyor o anlamda, irili ufaklı tedhiş heveslisi gruplar üretiyor

Siyasetçilerimiz ötekini etkileyecek olguyu güç gösterisi olarak tanımladığında, ne özre yanaşıyor ne de geri adım olarak telakki edilecek bir açıklamaya ve bu bizde bir siyasetçi geleneğine dönüşmüş durumda. Birikmiş özür ve açıklamaların oluşturduğu sarmalda da bir sorunun hakça çözümlenecek şekilde konuşulmasının imkânları silikleşiyor. Haksızlığa uğradığına inanan, kalbini yumuşatacak özür cümlelerinin arayışı içinde olduğu da düşünülebilecek gençleri bildik devlet baba/ana anlayışıyla ikna etmek artık eskisi kadar kolay değil. Kardeşin kırgınsa oturur dinlersin. Bir bağış veya lütuf olarak değil ekmek ve su gibi tabii olan, aynı memleketi, tarihi ve kültürü paylaşmaktan, çoğunlukla aynı dinin mümini olmaktan ileri gelen kardeşlikten söz ediyorum. Bu kardeşlik tutumu sergilenmediği takdirde çocukluğunu 1990’ların alacakaranlığında geçirmiş Kürt gençleri örgüt ve her türlü tez canlı Türkçü/Kürtçü ırkçı tezahürle kışkırtılan “biz kardeş değiliz ki” “söylemini benimsemeye açık oluyorlar. Kırda biten savaş “halkın gerilla” kılınması niyetiyle kentlere taşınıyor ve kardeşlik dilinin filizlerini kırıyor.

Pascal Bruckner’in Masumiyetin Ayartıcılığı’nda kurcaladığı gibi: Herkesin kendi mazlumu üzerinden barış, savaş, öz/savunma ve ateşkes talep etmesi, uzlaşmayı zorlaştıran bir rövanş, bir senin mazlumun benim mazlumum hesaplaşması anlamına geliyor. Biri Gazze’yi görmediğinde bu, diğerine Kobani’yi görmeme hakkı vermiyor kuşkusuz. Felaket ve katliam haberleri içinde asıl soru, hemen şurada, kapının dışında olup biten konusunda ne ölçüde duyarlı olduğumuz. Sözünü ettiğim mültecilerin yaşadığı güçlüklerin kendi “büyük resmimiz”de ne ölçüde yer bulabildiği.

Kimi muhalif yazarların yakın geçmişte Esed Suriye’sine her türlü uluslararası müdahaleyi eleştirirken şimdi birden bire Türkiye’den askerî müdahale talep etmeleri söylemde tutarlı olmak anlamına gelmiyor. Türkiye’nin Kobani’ye koridor açma konusundaki tereddütleri ise Suriye krizinin başından beri çeşitli çekincelerle ortaya konulmuş irili ufaklı birçok resmin önyargıdan uzak bir serinkanlılıkla birlikte değerlendirilmesine duyulan ihtiyacın göstergesi.

Ak ve karadan, hazır konuşma paketlerinden başka söz ve yorum hakkı tanımak istemediğini bildiren, farklı düşünceleri boğmak için sloganlar geliştiren sekter sesler hepimizi kaygılandırmalı. Nihai planda hakiki barışa götüren yolları asıl tehdit eden de öncelikle “dış güçler” değil, eleştirel ifadeleri hatır-gönül, hak-hukuk tanımadan susturmada başarı arama tavrı olabilir. “Benim gibi düşünmeyen ölsün, sussun, yok olsun, kamusal alana çıkmasın” diyen herkesin ses ve eylemine de yansımıyor mu “IŞİD” mantığı? Bu açıdan bakılacak olursa “IŞİD”in gerçek ve metafor olarak varlığı, halı altına süpürerek çözdüğümüzü düşündüğümüz sorunları her zamankinden daha yoğun olarak konuşmamızın önemini ortaya koyuyor.

Kobani’de olup bitenlerin adeta memleketi Kobanileştirmesi karşısındaki tepkiler, çok kısa süre içinde tarafgir safların “fanatizmine” çekilme yeteneğimizin göstergesi. İstisnalar kaideyi bozsaydı, barıştan umutlu olabilirdik. Gelgelelim “isterse dünya batsın da hükmüm yürüsün” merhametsizliğiyle ne barış sağlanıyor ne adalet. Mazlum bir halkın, emperyalizmin ve küreselleşmenin öfke ve hınçla bilediği bir grubun eline terk edildiğini yazdığımda, Kobani’de kalanların sadece PKK üyeleri olduğu şeklinde bir tepki aldım twitter’da. Buna nasıl emin olunabilir? Ne yazık ki, “büyük resim”, Müslümanların birbirini öldürmesi karşısında Müslümanları aciz bırakan saiklerin başında kendi aralarında müzakere alanları kuramamaları olduğunu anlatıyor. Bütün o siyasal, ekonomik, kültürel işbirliği kurumlarının gündemlerinde neler olup bittiği, sürüp giden protokol toplantıların hangi derde deva olduğu tartışılmalı artık.

Yurt, memleket, kardeş sevgisi kötülükleri kışkırtmakla doğrulanmıyor. Siyasetçi ve "aydınlar" ortak kelimeleri; bizi biz kılan kelimeleri hatırlatma sorumluluğu altında. İslâmcılar bu konudaki başlangıç duyarlıklarını hatırladıkları takdirde barış süreci layıkıyla gerçekleşir diye düşünüyorum hâlâ. Irkçı tepkilerle süreci karıştırma heveslerinin nihilist kışkırtmalarına kapılmamak bir varlık, kişilik, hatta “medeniyet” meselesi artık. Geleceğe gökdelen ve site bırakacak değiliz ya…