Hayalden gerçeğe başörtülü kadınlar

“Hunat Hatun’un Şehrinde Üç Gün” başlığını taşıyan yazımda Kayseri’de bulunduğum günlerde  çoğunlukla eğitimci olan hanımlarla İlim ve Hikmet Vakfı’nda kahvaltı saatinde gerçekleşen güzel sohbetten söz etmiştim. Seyyal bir zihin yapısına katılan kadınlarla, genç kızlarla, bir hayat muhasebesi yapmayı denedik. Hayat muhasebesi yapmak hele de öyle iki üç saat gibi bir süre içinde nasıl mümkün olur, diye sorduğunuzu duyar gibiyim sevgili okuyucu. Biz çok esaslı bir sorunun etrafında dolandık ve bu soru üzerine söylenecek sözlerin hiç bitmeyeceğini gördük. Çocukken, genç kızken gelecekte neler yapmayı, nasıl yaşamayı hayal ederdik? Şimdiki hayatımızda bu hayallerimizin gerçekleşme düzeyi üzerine söyleyeceğimiz bir söz elbet var. Katılımcı kadınların büyük kısmı başörtülü. Çocukluk hayallerinin başörtüsü yasakları nedeniyle tam olarak gerçekleşmediğini söyleyenler hiç az değil içlerinde. Roman yazmayı denemiş kimileri zamanında, kimileri öğretmen, kimileri mühendis, kimileri hukukçu olmayı istemiş. Sonra erteleme ve paranteze alma yıllarına geçilmiş.

Çoğu kez, ”Başımı örtünce hayatım değişti” cümlesiyle anlatılıyor bu geçiş yılları. Başını örtünce yeni bir dünyaya adım atıyor insan. O yeni dünyayı kurmak hiç de az emek ve özveri istemiyor. Romanlar yarım kalıyor, diplomalar rafa kaldırılıyor, şehirler terkediliyor, bu nedenle...

İnsan hayatında öncelikli ve değerli olan aşamalar etrafındaki toplumsal dayatmaların dışına çıkarak sarp vadilerde yürümeyi göze alan kadınlar, her biri. 

İçlerinden bazılarıyla daha önce bir vesileyle tanışmış ya da ortak tanıdıklar aracılığıyla bir şeyleri paylaşmıştık daha önce. Mesela üniversite öğrencisi Hatice Neşe Ağcalar ile Doğu Konferansı’nın Suriye gezisi sırasında Gaziantep’ten geçerken tanışmıştık. Şeyma Tamer ile tanışıklığımız ise, bir önceki yazımda anlattığım gibi, Kabbani’nin “Kırmızı... Kırmızı...” isimli şiiriyle ilgili bir arayışa dayanıyor.

Onlar, çocukluk hayallerini kısmen gerçekleştirmiş kişiler: Şair ruhlu Songül, hep istediği bir alanda çalışıyor, Kur’an kursunda sözleşmeli olarak ders veriyor ve dokuz yıldır kadroya alınmayı bekliyor. Nuray bir Kur’an kursunda eğitim gördükten sonra evleniyor. Kurs sırasında Arapça öğrenmeye başlıyor. Aradan kırk yıla yakın bir zaman geçiyor, Arapça öğretmeni olarak çalışmaya başlıyor. Öğretirken öğrenmeye devam ettiğini ve hayalindeki hayata işte bu yolla kavuştuğunu söylüyor.

Gönül  yirmibeş yıllık evli, dört kızı var. Hep avukat olmak istemiş o, avukat olup da kendini savunmakta aciz kalanların haklarını savunmayı hayal etmiş. Hayallerini gerçekleştirdiğini varsaydığı bir meşguliyet içinde şimdi, İHH’da yetim biriminde çalışıyor. Bir önceki gün gerçekleşen Küçük Millet Meclisi konuşmalarında da Gönül, öne çıkan tartışmacılardan biriydi. Cihangül Ankara’lı. 14 yaşında evlenmiş ve erken evlendiği için hiç pişman olmamış. Çocukları sevmezmiş pek, şu var ki kendi çocuklarını büyütürken dünyanın bütün çocuklarına açılmış yüreği. “Bugün eğer dünyanın en uzak köşesindeki bir çocukla kendi çocuğum arasında bir fark gözetirsem, bunca yıl içinde hiç mesafe katetmemişim demektir”, diye açıklıyor, yaşadığı değişimi. Can sıkıntısı çeken insanlar onu hayrete düşürüyor. İnsanın kendisini geliştirmesinin sınırı yok, üstelik öğrenileni öğretmek de gelişmeyi sürdürmenin en değerli yolu. Okumak en eski ve vazgeçilmez alışkanlığı. “Çocukken kesekağıtlarını bile açar okurdum ben, o kadar düşkündüm okumaya”, diye açıyor, okumaya olan düşkünlüğünü.

Halide Akabe Vakfı’nın Kayseri temsilcisi. Beş çocuğu olsun, onları adam gibi eğitsin istermiş hep.  Şimdi üç çocuğu var. Lise yıllarında Necip Fazıl ve Şule Yüksel okur, onlarınki gibi faal, hareketli, hizmete dönük bir hayat düşlermiş. Şimdi, sürdürdüğü vakıf faaliyetleriyle bu hayaline yakınlaştığına inanıyor.

Kübra kırk yaşlarında, Adana doğumlu, Adıyaman gelini. Hep yazar olmayı hayal edermiş, bu hayalini gerçekleştirmek için gecikti mi acaba?  “Kayınvalidem Türkçe bilmiyordu, ama biz onunla iyi anlaştık. 1981’de liseden mezun oldum. Sağ-sol davaları hâkimdi ülkeye. Yazar olmayı hayal ediyordum. Çocukları yetiştirmeye yoğunlaştırdım enerjimi. Yazarlık içimde bir sızı olarak kaldı”, diye özetliyor, zihninden akan cümleleri kağıda dökme özlemini. Belki de o kadar gecikmemiştir. Kırk yaşından sonra eser vermeye başlayan pek çok yazar var.  

Zehra gençliğinde edebiyat öğretmeni olmayı nasıl da istediğini anlatıyor. 1976’da eğitim enstitüsü sınavlarını kazanıyor. O yıllarda dayısının getirdiği kitapları okurken islami bir hayat tarzı kurmayı hayal ediyor. Sonraki yıllarda şartlar devlet memurluğuna zorluyor onu. Osmaniye’de yıllarca nüfus memuru olarak çalışıyor. Önüne gelen kitabı okuduğu yıllar bunlar ki kitap öyle kolay bulunmuyor. Sırf Akabe Kitapevi’nden kitap almak için arada bir Kayseri’ye geliyor. Başını örtmeyi planlıyor, aile ve çevre baskısı nedeniyle erteliyor hep. Tam on beş yıl dua ediyor başını örtebileceği şartlara kavuşmak için. Yedi yıllık evliyken, şartlar da o kadar değişmediği halde başını örtüyor. İşini bırakıyor ister istemez. O, geçiş dönemini çevre etkisinden uzak yaşayabilsin diye, Kayseri’ye tayin istiyor öğretmen eşi; “mekan değişikliği olur, sonra döneriz” düşüncesiyle. Dönmüyor, kalıyorlar. (Bu şekilde Kayseri’ye geçici olarak gelip de yerleşen başka aileler de var.)

Bir de Refahiye’nin, benim de mezun olduğum Cemal Gürsel İlkokulu’nda din kültürü öğretmeni olarak çalışan yapan Emine Hanım var ki katsayı meselesi yüzünden tahsil hayatının istediği gibi ilerleyemediğini dile getiriyor. Hep elektrik mühendisi olmak istiyor Emine, bunun hayalini kuruyor çocukken. Yazar olmayı da geçiriyor aklından zaman zaman. Arka arkaya üç yıl üniversite sınavlarına giriyor, katsayı haksızlığı düzelebilir umuduyla. 2003’te seçme sınavlarını kazanan 250. kişi olsa da katsayı engelini aşamıyor. O zaman işte, bir yenilgi hissine kapılıyor. Elektrik mühendisi olamayacağını düşünüyor artık. Yazar olabilir isterse, henüz çok genç.

Nesrin  Sivaslı genç bir hanım; hep sağlık alanında çalışmak istediğini söylüyor. Bu alanda tahsil de görüyor. Başörtülü olarak meslek okulundan mezun olsa da mesleği alanında çalışamıyor. Üç çocuğunu büyütürken mesleki hayalleriyle arasında açılan uçurum yüzünden sıkıntılı dönemler yaşıyor. Sonra kendini toparlamaya karar verdiği dönem geliyor. Bir yıldır İlim ve Hikmet Vakfı’nda İngilizce öğretmeni olarak çalışıyor Nesrin.

Mehtap Kırşehirli, Kayseri’ye evlenip de gelmiş. Çocukken öğretmen olmayı hayal edermiş, bu hayalini gerçekleştiriyor da... Amasya Eğitim Enstitüsü’nü bitirerek sınıf öğretmeni oluyor. Hayal ettiği mesleğin alanında çalışma imkânı bulamıyor, elbet başörtüsü yasağı nedeniyle. Bu yüzden yılmıyor, farklı yollar arıyor. Miraç Kültür Merkezi’nde Kur’an kursuna gelen teyzelere okuma-yazma öğretiyor. Şimdilerde altı öğrencisi var ve bu sayının artması olanaklı görünüyor. Yaşlı öğrencileriyle kurduğu iletişimi geliştirme konusunda bir arayış içinde Mehtap. Yeni hayali, Arapça bilgisini geliştirmek. Bir yandan öğretiyor Arapça’yı, bildiği kadarıyla, bir yandan da bu dili öğrenmeye devam ediyor.

Bu kahvaltı sohbetinin samimi açıklamaları, zaten taşıdığım bir kanaati güçlendirdi: Başörtülü kadınların modern dünyanın yeni bir denge arayışının gerginliklerini yansıtan aile hayatı ile kamusal hayat arasında farklı, esnek, yapıcı bir iletişim için bir perspektif, bir zemin oluşturduklarını söyleyebiliriz, hazır, güvenli, garantili meslekler edinememeleri, aslında –seçimlerinin doğası icabı- edinemeyecekleri için de... “Çalışma” hatta “meslek edinme” amacı sıklıkla yerini “faaliyet” ve “hizmet” amaçlarına bırakıyor. Başörtüsü ile var olma mücadelesi, diğerkamlığı geliştiren bir etkiye sahip olurken, farklı ezilme durumlarını anlamaya dönük bir hassasiyet güç kazanıyor..

Hayat tecrübelerine katılan bilgi birikimleri yazmaya götürüyor çoğumuzu. Not defterleri, hatıra defterleri, günlükler, çekmecelerde sararmaya terkedilen roman müsveddeleri, şiirler, internet sitelerinde, bloglarda sürdürülen üslup arayışları, denemeler... Çoğu kez yazma aşkı hayatın acil çağrıları karşısında geri çekiliyor. Tezcanlı olmayı, hemen yola çıkmayı gerektiren hizmete dönük talepler nedeniyle de başörtülü kadınlar hayallerini gerçek hayatın acil müdahale bekleyen taleplerine feda ediyorlar. Bulunduğumuz yer bizlere gösterilen/yakıştırılan iç-dış mekânlara benzemiyor. Çalkantılı toplumsal akış içinde başörtülü olarak bir mevcudiyete sahip olma çabası, anlam arayışını asla gözardı etmeyen, esnek olduğu ölçüde sağlam, kaynaklarına güvenli ve hayatın sınamaları karşısında da dayanıklı bir aidiyet zeminini geliştirecek şekilde sürüyor.