Türkiye’nin yaşadığı toplumsal değişim üzerine düşündüren bir konsere katıldım Ramazan’dan önce. Kadim arkadaşım Hasibe Turan’ın yönettiği Asitane Kültür Merkezi’nin bünyesinde hazırlanan, Cemal Reşit Rey sahnesinde sunulan konser, uzun süren titiz bir hazırlığı yansıtıyordu. Hatice Turan, Meryem Turan, Nur Şirin Büyükcoşkun… Keman ve gitar çalan gençlerden bazılarının bebekliğini biliyorum. Aynı gün öğleden sonra Kefken’de konuşmam vardı, oradan 19.30’da başlayacak konser için Harbiye’ye gitmeyi göze aldıysam konsere kanunuyla katılan Meryem Turan’ın özel daveti bunun sebeplerinden biri.
İcra edilen eserleri dinlerken aklıma sık sık Hasibe Turan’ın önüne çıkan maddi ve manevi engellere takılmadan sürdürdüğü mücadelenin sahneleri geldi. Asitane’de sanat birimleri faaliyete geçtiğinde destek bulmak bir yana dursun, söz gelimi gitar öğrenciliğinin takva sahibi olma ve öze dönüş endişesi taşıma konularındaki yıkıcı bulunan temsili konusunda sorgulanabilmişti. Aynı dönemde Tahran’a yakın Kerec şehrinde yaşıyordum ve gitar öğrenme konusunda ısrar eden kızımı bir kursa götürüp getiriyordum. Benzeri tepkilerle orada da karşılaşıyor, gitar öğreniminin dinen değersizliği üzerine konuşmalar dinliyordum. Beri taraftan kızım gitar öğrenimi konusunda kararlıydı. Gitar değil de ut, kanun öğren, diye dayatılması da tuhaf; yapmazdım bunu. Çok sevdiğimiz Cat Stevens’in parçalarını dinlerken müziğinde gitar sesi var mı diye sorgulamıyoruz. “Ölürsem beni Endülüs topraklarına gömün” diye vasiyet etmiş olan Flamenko müziğinin efsanevi ismi Paco De Lucia’yu dinlerken de onun gitarın teknik ve müzikal sınırlarını zorlayan flamenko anlayışıyla bilinçlerde modernist bir kirlenmeye sebep olduğu hükmünü vermiyoruz.
Asitane 2005’te kuruldu, neredeyse on yıl olmuş. Hasibe Turan ilmek ilmek dokudu kurumun birimlerini. Asitane Oda Müziği Topluluğu, yılların emeğini yansıtıyor sahnede. Program listesi müzik türleri arasında ayrım yapılmadan oluşturulmuş. Duygulanıyorum. Burada bulunuşumun tek bir anlamı yok. Uzun yıllar önce bir paneli izlemek için gelmiştim. Özel alan-kamusal alan konusuydu ve kamusal alan tartışmaları yeni yeni başlamıştı. Konuşmacılardan biri Abdurrahman Arslan’dı. O Batı dillerindeki “private spice’ın bizde “mahrem alan” olarak ifadesini bulan alana tekabül etmediği görüşü üzerinden modern özel/kamusal alan ayrımını eleştiriyordu hatırladığım kadarıyla. Sonuçta konu Müslüman kadının özel/kamusal hayatı tartışmasına açılıyordu; mevcut kamusallığın nâmahremi başörtülü kadınlardı çünkü. Eşyanın tabiatına uymayan kamusal yozlaştırır ve onun özeli de aslında bir tür kandırmaca; Arslan’ın konuşmalarının özü böyleydi yanlış hatırlamıyorsam. Kamusal alanı yücelten liberal ifadeli bir yazar ise bu mümkünmüş gibi değerler alanında kamusal yansızlığı, nötr ifadeleri savunmaya çalışıyordu.
Benzeri paneller 1990’ların ilk yarısına kadar daha ziyade Fatih’teki Renk Düğün Salonu gibi mekânlarda gerçekleştirilir ve bu paneller izdihama yol açan bir ilgiyle karşılanırdı. Refahlı belediyelerin etkisiyle giderek bu alan genişlemeye ve karma bir nitelik kazanmaya başladı. Cemal Reşit Rey paneli Abdurrahman Arslan’ın yanı sıra liberal ve solcu yazarların da katıldığı karma ilk panellerden biriydi. Salondaki izleyicilerin büyük kısmının başörtülü kadınlar olması dikkat çekiciydi. Peyami Safa romanındaki bölünmenin şehrin kaderine dönüşmesine izin vermeyecek imkânların sıklıkla başörtüsünün görünürlüğü üzerinden konuşulduğu ya da bir şekilde başörtüsünü konuşmaya dönüştüğü benzeri etkinlikler 28 Şubat ile birlikte sönükleşecekti. Taksim-Harbiye bölgesindeki bir salona başörtülü kadınların ayak basması 1990’ların ilk yarısına kadar öyle olağan karşılanan bir kabulle gerçekleşmezdi zaten. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği toplantılarından atılmak istenen, dahası salona alınmayan başörtülü kadınların anlatılmamış ne çok hikayesi var! “Seni Dinleyen Biri” romanımda o dönemde benzeri bir salondan geri çevrilme hikâyesini işlemiştim.
Bu dışlamaya dayalı steril “beyaz” kültürel faaliyetin Türkiye’ye ne kazandırdığı önemli bir soru. Sanat ve sanatçı özel bir toplumu kurgulamanın araçları ve kültür merkezleri, başka türlü bir halkın görünürlüğüne tahammülü olmayan filtreli kurumlar olarak tasarlanmış gibiydi. Kamusal alanın, kültürel ve sosyal dokunun modern tasarımını şiddetli bir “geçmişten ve dini ifadelerden ayıklama” yöntemiyle gerçekleştirmiş olan Kemalizm’in bu konuda halkçı bir örnek teşkil etmediği ortada. Sadece çarşafları süngüyle yırtılan, kampanyalarla manto giymeye çağrılan ve Türk halkını çağdaş dünyaya karşı rezil etmekle suçlanan kadınların yaşadığı baskı ve mağduriyet değil kastettiğim. Müzik, mimari, edebiyat alanında ayıklamaya dayalı, belli bir çağdaşlık doktrinin yerleştirilmesi amacına matuf politikalar çağdaş ve zevkli sayılan bir azınlığı merkeze alarak hayali toplumunu doğurmaya çalışıyordu. Hayalindeki topluma benzememekte ısrar eden halk bazen korku bazen de tiksinti uyandırıyordu.
Bir bakıma hayallerindeki halkı bulamadığı için ondan nefret edenlerin konformizmi temelinde oluşan arındırmaya dayalı bir sanatsal faaliyetten söz edilebilir. Bir dönem radyo alaturka müziği yasaklar, ardından Orhan Gencebay TRT’ye çıkamaz, dönemin cumhurbaşkanı çağdaşlaşma ile opera dinleme muaşeretini eşitler; böylelikle Buhurizade Mustafa İtri ve eserlerine dönük TRT yasağı 35 yıl sürebilmiştir. “Çağdaş uygarlığa” ulaşma hedefi açısından benimsenen “çok sesli” müziğin ülkemizde tek sesli (tek dilli, tek toplumlu, tek isimli) siyaseti destekleyecek şekilde yorumlanması bana hep ilginç gelmiştir.
Nasıl bir sanattı o? “Bizim gibi inkılap memleketlerinde sanat ne olursa olsun inkılabın emrine girmeyi bir gönül zevki, bir vicdan borcu, bir yaşama çaresi bilmelidir” diye yazmış Behçet Kemal Çağlar 1935’te. Halkevlerinin sanat kursları talimatnamesinde fasıl ve saz musikisinin esaretinden kurtarılan halkın türkülerinde “keman, ut, cümbüş, kanun, ney kullanılamayacağı” belirtiliyordu. ( Halkevleri Çalışma Talimatnamesi, 1940) Mustafa Kemal’in de Ankara Halkevi’nde Gaziantepli bir ozanın türküsünü yarıda keserek, “Bu bir ocakbaşı müziğidir, toplumun değil” dediği kaydediliyor. (İronik bir rastlantı: İstanbul’a ad olarak yakıştırılan “Asitane” “baş ocak” anlamına geliyor.) “Musiki müsamereleri” ve “musiki gezileri” ile “garp” müziğinin sindirilmesi amaçlanıyordu. Halkevleri mekân olarak bir bakıma sanatsal etkinlikler kanalıyla toplumun Batılı muaşeret ve sanat zevki kazanmasının prova alanıydı denilebilir. Sahne ise “bazı fikirleri yayan ve rejimi sağlamlaştıracak kuvvetli hisleri telkin eden bir merkez vazifesini görüyor” olmalıdır. “Karşı komşu kapısına geçerken dört yanına bakıp sıkılan eşsiz kabiliyetli Türk kadınına Halkevi sahnesinde alafranga nağmeler teganni etmek müyesser olmuştur” şeklindeki cümle, müzik faaliyetlerine bir hayat tarzı dönüştürme kanalı olarak bakıldığının ifadesi. (Neşe G. Yeşilkaya, Halkevleri: İdeoloji ve Mimarlık, sf. 88, 89, 92, İletişim; 1999) Bir konser salonu dönüştüren bir yer olarak tarif ediliyor zaten. Gelgelelim konser salonu aynı zamanda bütün topluma yayılamayan çağdaşlığın kutsal sahnesidir. Huşu, gizem, korunma, yücelik arayışı… Modernliğin nâmahremleri oraya ayak basıp kirletmemelidir.
Klee, sanatta eksik olanın halk olduğunu söylerken ne demek istemişti? Cemal Reşit Rey konserlerinde eksik olan halkın muaşereti ve zevkiydi. Seçkin sınıf için ise sanat öncelikle bir muaşeret meselesi olarak sunuluyordu benzeri salonlarda. Yukarıda değinmiştim; bu bakışı Demirel Beethoven’in 9. Senfonisi’ni dinledikten sonra sahneye çıktığında bir kez daha dillendirmişti 28 Şubat döneminde.
Asitane Oda Müziği Topluluğu bir gayretin somutlaşması anlamına geldiği için de önemli. Bu önem sanatsal bir arayışın, ilginin yanı sıra sosyolojik bir açıklama sunmasıyla da dikkate değer. Tamburi Cemil Bey, Ali Ufki Bey, Albinoni, Mozart, Hasip Dede, Kemani Kevser Hanım… Tesettürlü bir kurucusu olan kültür merkezini temsil eden topluluk müzik türleri arasında ayrım yapmadı, topluluk içinde başörtülü olmayan müzisyenler de var. Konser salonuna girenlerin kimliği ayrıştırılmadı, özel bir kıyafet talep edilmedi onlardan.
Sanat halkı ayıklamaya dönük bir dille terbiye için kullanılacak bir araç olarak görülürken kendinden eksilmeyi yaşıyordu bir bakıma. Mazrufa önem verenler konser salonlarından tesettürlü kadınları dışlarken sahneyi de bir nümayiş alanına çevirdiler.
Vahim bir yanlışlığın düzeltilmeye çalışıldığı bir dönemde olduğumuz söylenebilir, sanat etkinlikleri halkın muaşeretini hesaba katmayan bir telakkinin kısıtlamalarından kurtuluyor. Arındırılmış salonlar, Kemalizmin kamusunun nâmahremleri olarak işaretlenmiş kesimlere açılıyor. Bu arındırma karşıtı çabanın kültür ve sanat alanlarında eserlerin değerini ve katılımcıların coşkusunu nasıl etkileyeceğini merak ediyor insan.