Haksızlığa direnenler özgürdür


Haklı olan ile haksız olanı ayırt etmek ferdi boylamda nasıl mümkün olabilir diye her sorduğumda önce dünya görüşlerimizi çıkarıyorum aradan. İnsanlığın ortak değerler havuzunu genişletmek isteyenler elbette dünya görüşleriyle katkıda bulunacaklardır bu havuza.
Ama:

Hakkaniyet peşinde koşmak ortak değerler havuzunda sabit bulunan, çağdan çağa veya toplumdan topluma değişkenlik göstermeyen bir tavırdır. Dolayısıyla dünya görüşlerinin, ideolojilerin ve kimliklerin ötesindedir her zaman. Savunduğumuz ideolojiler tek başına ayırmaya yetmiyor hak olan ile olmayanı. Haklı ideoloji diye bir genelleme yoktur çünkü. Bunda ısrarcı olursanız, evrensel bir adalet dili kuramazsınız.

Aynı şekilde sahip olduğumuz kimlikler de yeterli değildir. Çünkü bir kimse veya bir topluluk ille şu ya da bu kimliğe mensup olduğu için haksız değildir. Hak kimseye mutlak bir biçimde izafe edilemez. Bu yüzden kimi zaman haklı, kimi zaman haksız olabilir insan. Etnik kökeninin, cinsiyetinin, sınıfının veya ırkının burada ek bir rolü yoktur.

Hakkaniyet ve adalet isteyenlerin yaşanılan zulüm karşısında giderek bir araya geldiklerini ve direnişin dilini oluşturmaya başladıklarını görüyorum bu topraklarda. Haksızlıklar karşısında direnmek insanı güçlü tutuyor. Hak arayışı bu anlamda bir iç özgürlüğü kazandırıyor insana.

Ama asıl, adalet terazisini vicdanıyla tartmak ve her türlü tanımlardan, sıfatlardan ve yakıştırmalardan azade olarak hakikati kavramaya çalışmak özgürleştiriyor bizi. Hayatın bize bahşettiği en kaçınılmaz varoluş hakikatimizi bile gasp etmeye çalışan yasakçı zihniyet ise kendi gücünü etrafa saldığı korkudan alıyor. Başkalarını korkutarak kendi iktidarının bekçiliğini yaptırıyor.

Şimdi artık daha iyi biliyorum ki, kendi ürettikleri korkuyla varoluş hakikatini kurmaya çalışanlar en büyük tutsaklardır. Onlar kendi korkularının mahkumudur. Korkularıyla yüzleşebilenler, kula kulluk ederek güç devşirmek isteyenlerden korkmayanlar ve zulüm karşısında dilsiz şeytan olmaktansa bir nevi 'canlı kalkan' olarak haksızlıkların önüne atılmaktan korkmayanlar ise giderek daha da özgürleşenlerdir.

Elbette bu uzun ve dolambaçlı bir yol. Her yanı mayınlarla dolu. Hakkı savunayım derken haklı olmanın ideolojisini yapmaya başlarsanız sözgelimi, her daim haklı olduğunuzu vehmetmeye başlarsınız ki, bu sizi kısa yoldan adaletsiz davranmaya sürükleyebilir. Farkına bile varmazsınız çoğunlukla.

Kendinize birtakım sıfatlar biçmeye başlarsınız. Yeni kimlikler, yeni tanımlar giyinirsiniz. Kendinize kattığınız her tanım, bir bakıma yeni bir vehim riski de taşımaktadır. Perdelenmeye başlayabilir hakikat algınız. Yüceltirsiniz kendinizi, yücelmiş gibi sanarak.

Benim beklentim şu yönde: Önce direnişin dilini konuşmayı başararak bizden esirgenen tanımları geri alalım. Türk olduğumuzdan, Kürt olduğumuzdan, Alevi olduğumuzdan, Ermeni olduğumuzdan, başörtülü olduğumuzdan dolayı ne yasalar önünde ne de zihniyetler önünde mazlum edilelim. İbadet etmek gibi, giyinebilmek gibi, konuşabilmek gibi en temel haklarımız adına hakkaniyetli bir mücadele edebilelim. Zulmün karşısında zalim olmadan.

Daha sonra ise edindiğimiz her türlü kimlikten ve bizi bağlayan, zamanın bir dilimine, toplumun bir dönemine esir eden, hakikatin tek bir yüzeyine indirgeyen her türlü nispi tanımdan arınalım, kabuklarımızı soyalım usul usul. Birbirimize bakışımızı cinsiyetçiliğe, kökenciliğe, ideolojilere ve kimliklere indirgemeyelim. Bir şey olmaya değil, olmamaya çalışalım. Böylesi bizi daha 'çoğul' kılar. Çokluğun birliğine varabiliriz böyle biraz.

Hakikatin kabuklarını zaman içinde birlikte soymaya çalıştık. Ama kabuk bu; bitmez... Şimdi gitme vakti. Bir başka mecraya. Maceraya. 8 Haziran Pazar günkü yazımda da belirttiğim gibi gitmek; her seferinde bir kez daha kalmaktır benim için. İnsanın kendindeki en kıymetli şeyi giderken kendisinde kalanlardır çünkü. Hakkınızı helal edin.

Not: Sevgili okuyucularım, bundan sonra köşe yazılarıma Taraf gazetesinde devam edeceğim. Ancak Yorum sayfalarında yine beraber olacağız...

 
Kaynak: Zaman