Demokratik düşüncenin eylem noktası hiç kuşkusuz cumhuriyettir. Cumhuriyet, demokrasiye geçiş yönünde önemli bir evredir. Cumhuriyetin de demokrasinin de ortak eylem noktası halk egemenliği düşüncesidir. Çünkü iktidar erki, yasallığını tanrısal bir iradede veya gelenekte aradığı sürece ne cumhuriyetten ne de demokrasiden söz edilebilir.
Fransız devrimi ve Amerikan bağımsızlık eylemi ile birlikte iktidar, siyasal modernliğin sonucu olarak insan iradesine bağlanmıştır. Artık iktidar, bir araçla halkın egemenliğine dayanmıştır. Bu araç, Rousseau'da sosyal sözleşme, Locke'da güven, Hobbes'da antlaşmadır. Ülkemizde de cumhuriyet, halk egemenliği düşüncesine dayanılarak kurulmuş ve Fransız devriminin getirdiği cumhuriyet düşüncesinden etkilenilmiştir. Ancak 1950 yılına kadarki süreçte uygulanan meclis hükümeti sisteminde, iktidar halkın egemenliğine dayalı olarak çalışmamış, halka rağmen ve halkın iradesini baskı altında tutan bir rejim uygulanmıştır. 1950'den sonraki çok partili dönemde ise halk iradesinin çevrenin merkezdeki siyasi alana taşınması sonucunu doğuran tercihleri askeri darbeler, darbe girişimleri ve 1960'tan itibaren oluşturulan militarist bürokratik vesayet yoluyla yok sayılmış, halkın egemenliği hakiki bir cumhuriyetteki "siyasal düzene özerklik kazandırma" işlevini yerine getirememiştir. Fransız toplumbilimci Alain Touraine'in belirttiği gibi "Cumhuriyetçi düşünce siyasal düzene demokratik yapısını değil, özerkliğini kazandırır." O halde "siyasal düzene özerklik kazandırmayan" militarist bürokratik nitelikli bir cumhuriyetin demokrasiye nasıl evrileceği önemli bir sorun olarak ortada durmaktadır. Kaldı ki cumhuriyet ya da halk egemenliği, demokrasinin yeterli bir tanımı olamaz.
Cumhuriyetin, diğer ülkelerde olduğu gibi bir kültürü vardır. Cumhuriyet kültürü, birliği arar ve önemser. Özgürlüğü ise yurttaşlıkla özdeşleştirir. Kuşkusuz bu, eşit yurttaşlık anlamında önemlidir. Demokratik kültür ise çeşitliliği savunur. İnsan hakları ile yurttaşın ödev ve sorumluluklarını karşı kutuplara koyar. Diğer bir deyişle demokratik kültür, cumhuriyetin yurttaşına birey boyutunu getirir. Peki ülkemiz açısından, cumhuriyet eşit yurttaşı var edebilmiş midir? Tekçi (monist) bir ideolojiye dayalı olarak kurulan Cumhuriyet, ideolojisine uygun olarak var ettiği bir bölüm insanın dışında büyük bir çoğunluğun yurttaşlığını kabul etmeyerek inkar etmiştir. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler ve Sünnilerin büyük bir bölümü inkar edilmiş yurttaşlar olarak kalmıştır. Halkın egemenliğine ve eşit yurttaşa dayanmayan bir cumhuriyetin hakiki olması ve demokrasiye zemin yaratması mümkün değildir. Hakiki bir cumhuriyete, demokrasi özgürlükleri, çoğulculuğu, çeşitliliği ve katılımcılığı katarak, yurttaşın birey-yurttaş olarak var olmasına imkân sağlar. Touraine, demokratik yönetim biçimini şu şekilde tanımlamaktadır: "En çok sayıda bireye en geniş özgürlüğü veren, olası en geniş çeşitliliği tanıyan ve koruyan siyasal yaşam biçimi." Cumhuriyetin demokrasinin altyapısını oluşturmadaki zaafı sonucu, birey-yurttaşı ve dolayısıyla demokrasinin öznesini ve özellikle demokratik kültürü yaratmada başarısız olduğu açıktır. Demokratik kültürü özümsemiş birey-yurttaşı toplumun en üst katmanlarında bulmak zor olduğu gibi, siyaset ve bürokrasi alanında da bulmak zordur. Çünkü toplumda kök salmış bir demokratik kültür bulunmamaktadır.
Cumhuriyet-demokrasi ve hukuksuzluk
Otoriter bir rejim altında yaşanan tek partili dönem dahil Türkiye, çok partili rejime geçildiğinden bu yana hukuku uyguladığını öne süren bir baskı ve şiddet rejimini kalıcı bir istisna hali şeklinde yaşamaktadır. 1960 askeri darbesiyle başlayan ve özellikle 1980 askeri darbesiyle bugüne kadar gelen süreçte Türkiye'de bir istisna hali yaşanmaktadır. Bu istisna hali kural haline gelmiştir. Militarist bürokratik yapı; siyaset, yargı, iç güvenlik ve toplumsal alanları düzenleyen bir gücü kullanmaktadır. MGK yapılanması, askeri yargı alanının genişliği (çift başlı ceza yargısı), askeri idari yargı alanı yaratılması (çift başlı idari yargı), EMASYA Protokolü'yle askere toplumsal olaylara kendi inisiyatifiyle müdahale etme yetkisi verilmesi, ordu içinde ötekileştirme ile birlikte ötekileştirdiklerini baskıyla sindirme eylemlerinde bulunan Batı Çalışma Grubu, Cumhuriyet Çalışma Grubu gibi örgütlenmeler ve darbe planları, 12 Eylül yönetiminin ülke genelinde, özellikle Diyarbakır'da uyguladığı kurumsallaşmış sistematik işkenceler, Şemdinli'de suçüstü yakalanan devlet terörü, vicdani ret itirazında bulunanlara uygulanan baskı ve işkence, Özel Harp Dairesi ve JİTEM uygulamaları, askeri yasak bölgeler oluşturarak insanların yaşadıkları yerlerden edilmeleri, 15-18 yaş arası çocuklara adil yargılanma hakkını ortadan kaldıran Terörle Mücadele Kanunu'nun uygulanması, polis devlet uygulamalarına yol açan iç güvenlik kanunlarında yapılan değişiklikler, Anayasa Mahkemesi'nin hukuku araçsallaştırdığı 367 kararı, Anayasa'nın 10 ve 42. maddelerinde yapılan değişikliklerin iptali kararı gibi uygulamalar, hukuk dışılığın bir yasaya ve hukuka dönüştüğünü, gücün ve şiddetin, hukuku ortak iyilik amacından ve adaletten saptırarak gücün ve şiddetin hukuku haline getirdiğini göstermektedir. Burada söz konusu olan, yasanın gücü şeklinde hukuku askıya alarak onu koruduğunu öne süren bir hukuk kurmacasıdır. (fictio iuris) Böylece Cumhuriyet, demokrasiye yol açacak bir kültürü yaratmadığı gibi hukuku askıya alarak sürekli istisna halini yani anormalliği normalleştirmiş, siyasi düzenin demokrasi içinde hakiki bir hukuk yaratmasını da engellemiştir. O halde hakiki bir cumhuriyeti hakiki bir demokrasiyle birlikte yeniden inşa etmek gerekmektedir.
Öneriler
Devleti demokrasinin, hukukun ve özgürlüklerin emrinde bir aygıt durumuna getirecek, farklılıklarımızla birlikte barış, özgürlük ve hukuk güvenliği içinde yaşamamızı sağlayacak ilkeler üzerinde toplumsal mutabakatı oluşturacak yeni sivil bir anayasa yapmak zorunludur. Yeni anayasanın kurucu felsefesi tekçi değil, çoğulcu ve katılımcı olmalıdır. Bu anayasanın felsefesine ve ilkelerine uygun bir siyasi partiler kanunu ve seçim kanunu yapılmalıdır. Tüm ceza kanunları yeni anayasanın özgürlükçü felsefesine uygun hale getirilmeli ayrıca mevzuat taraması yapılarak gerekli değişiklikler gerçekleştirilmelidir.
Ordu, sayıca küçük ancak ileri teknolojileri kullanabilen, hareket yeteneği yüksek, etkin ve esnek bir güç haline getirilirken, zorunlu askerlik kaldırılmalı, kurum profesyonelleştirilmelidir. Mevcut general kadrosu azaltılmalı, generallik imtiyazlar sunan bir statü olmaktan çıkarılmalıdır. Tuğgenerallikten orgeneralliğe kadar aşama aşama artan imtiyazların emeklilikte de devam ettiği düşünüldüğünde halkın vergileriyle oluşan bütçeye bir yük oluşturduğu ve terfiler sırasında yaşanan gerilim ve çatışmaların hizipleşmelere neden olduğu açıktır.
Ordu tarihsel olarak ama özellikle çok partili hayata geçildiğinden bu yana demokratik siyasi hayatı ve toplumu kendi istek ve ideolojisi doğrultusunda yapılandırma, değiştirme ya da koruma yetkisini kendinde görmüş ve askeri okullardaki (askeri lise, harp okulu, harp akademileri) eğitim program ve müfredatını da buna göre düzenlemiştir. 1940'lı yıllardan bu yana sürekli cuntalar, darbeler, darbe girişimleri üreten bir kurumun yapısal bir sorun içinde olduğu açıktır. Genç subaylardaki cuntalaşma eğiliminin hiç değişmemesi, bu tecrübelerden geçip yüksek rütbe ve görevlere gelenlerin de bizzat darbeleri gerçekleştirmeleri veya darbe girişiminde bulunmaları bunun kanıtıdır. O halde kurumun eğitim programının demokrat, hukuka saygılı ve sivil siyasi otoriteye tabi olduğunun bilincinde olan demokratik bir eğitim ve terbiye almış subay yetiştirecek tarzda yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Eğitimin demokratikleşmesi ihtiyacı kuşkusuz, sivil okullar için de geçerlidir.
31/07/1970 tarihli 1324 ve 1325 sayılı kanunlarla, genelkurmay başkanına savunma politikasının belirlenmesi, askeri bütçe hazırlama, istihbarat toplama, iç güvenlik ve terfi konularında özerklik sağlanmıştır. Milli Savunma Bakanlığı ise sadece lojistik destek için kaynak sağlamakla görevlendirilmiştir. MSB'de bürokrasi askerlerden oluşmaktadır. Oysa demokratik bir rejimde söz konusu yetkiler MSB'ye ait olup bakan sivil teknik bir kadroyla çalışır. Askeri bütçeyi de bu sivil teknik kadro hazırlar. Genelkurmay başkanı MSB'ye bağlıdır. Tüm bu faaliyetlerin sorumluluğu siyasi otoriteye aittir. Askeri konularla ilgili her türlü açıklamayı da siyasi otorite olarak MSB yapar. Demokratik bir rejimde her hafta açıklama yapan askerler görülmez. Bu nedenlerle öncelikle bu kanunların kaldırılarak yeni bir kanunla içi boşaltılan MSB'nin yetkilendirilmesi, genelkurmay başkanıyla birlikte kuvvet komutanlarının da doğrudan yatay bir şekilde MSB'ye bağlanılarak siyasi otoriteyle ilişkilendirilmesi gerekir. Ancak bu şekilde hükümet, ulusal güvenlik siyasetinden ve ordunun uygulamalarından parlamentoya karşı sorumlu olur.
Milli Güvenlik Kurulu, askerî mahkemeler, disiplin mahkemeleri, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin anayasal organlar olmaktan çıkarılması zorunludur. Kanunla kurulacak ve kuruluşunda ilgili bakanlarla sadece genelkurmay başkanının bulunduğu bir Dış Güvenlik Kurulu yeterlidir. Hukuki bir güvence sunmayan disiplin mahkemeleri kaldırılarak askeri mahkemelerin görev alanı askerlerin sadece askeri suçlarını yargılayacak şekilde düzenlenmeli, bu mahkemelerin işleyişine sivil hakimler katılmalı, temyiz denetimini ise mutlaka sivil Yargıtay yapmalıdır. Askerleri ilgilendiren idari işlem ve eylemlerin sivil yargısal denetimini engelleyen ve kurum içinde bu işlemleri adil yargılanma hakkına aykırı bir şekilde denetleyen AYİM kaldırılmalı, ayrıcalık oluşturan bu duruma son verilerek görev idari yargıya bırakılmalıdır. Hiçbir kanuna dayanmayan Seferberlik Tetkik Kurulu yapılanması kaldırılmalıdır.
Ordunun parlamenter gözetim ve denetiminin esasları anayasada ve kanunlarda belirtilmeli, kurumun şeffaf, denetlenebilir ve hesap verebilir olması MSB üzerinden sağlanmalıdır (kuşkusuz polis, jandarma, sahil güvenlik, MİT gibi diğer kurumlar için de geçerli) Savunma Sanayii Destekleme Fonu da şeffaf ve hesap verebilir duruma getirilmeli, silah alımlarında parlamento ve toplum önünde şeffaflık sağlanmalı, karar verilirken Parlamento'nun onayı aranmalıdır.
Jandarma örgütü militer bir yapı olmaktan çıkarılarak, kır polisine dönüştürülmeli, bölge halkını birbirine kırdırma amacına hizmet eden koruculuk sistemi kaldırılmalı, korucular topluma yeniden uyumlu hale getirilmelidir.
Ordunun, iç güvenlik alanını kontrolüne almasına ve uygulamalarının denetimsiz kalmasına neden olan EMASYA Protokolü'nün kaldırılması yerinde olmuştur. 'Geçici Askeri Yasak Bölgeler'in de amacı dışında kurulmasının önüne geçecek kanuni düzenlemeler yapılmalıdır.
Terörle Mücadele Kanunu tamamen kaldırılmalı, özellikle çocuklar bu kanun kapsamı dışına çıkarılmalıdır.
1939 tarih ve 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu, 1983 tarih ve 2941 sayılı Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu, 1971 tarih ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu, 1983 tarih ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu insan hak ve özgürlükleriyle yakından ilgili kanunlardır. Bu kanunların kaldırılmaları ya da demokratikleşme hedefine yönelik değiştirilmeleri gerekmektedir.
OYAK, gerçek bir sosyal güvenlik kurumuna dönüştürülmeli, askerin ekonomi üzerinden siyasi bir güç haline dönüşmesi önlenmelidir.
Sadece İç Hizmet Kanunu'nda yapılacak değişiklikle ordunun darbe girişimlerinden uzak tutulacağı düşüncesi yanıltıcıdır. Yukarıda belirtilenleri yaparak önemli bir sistem değişikliğine gitmeden sadece bir kanunda değişiklik yaparak sonuç almak mümkün değildir. Kuşkusuz sözü geçen önerilerle birlikte İç Hizmet Kanunu'nun 2. ve 35. maddelerinde TSK'nın dış güvenlik görevine vurgu yapan bir düzenleme yapılması sistemde öngörülen köklü değişikliğin bir icabıdır. Ayrıca Anayasa'nın 6. maddesindeki "Egemenliğin yetkili organlar eliyle" kullanılması düzenlemesinden Genelkurmay Başkanlığı'nın anayasal yetkileri bulunduğu yanlış kanısını da ortadan kaldırmak için bu maddede kastedilen yetkili organların açıkça yasama-yürütme-yargı olduğu belirtilmelidir.
Dr. Ümit Kardaş Emekli Askerî Hakim
Kaynak: Zaman