Gurbet dostluğu ya da TURKYAR

 

Üç buçuk saatlik bir uçuştan sonra uçağınız Londra Heatrow’a  iner. Heatrow’dan Piccadilly Line’a binersiniz, Green Park’ta Jubelee Line’e geçersiniz. Tercihe göre Kilburn veya Willesden Green’de inersiniz. Teignmouth sokağındaki üç katlı, bahçeli öğrenci yurduna ulaşırsınız. Bu yolculuk, bu bahçeli ev, birçok Türk’ün hatıralarında, hayatının en güzel yılları arasında yer almıştır.

70’li yıllar, idealizmin "tavan yaptığı" yıllar. Türkiye, ekonomik ve siyasal bir kaos sürecinde. Terör kasıp kavuruyor. Hazine tamtakır, faiz inanılmaz boyutlarda. En temel maddelerin (benzin, gaz, şeker, yağ, vs.) kıtlığı çekiliyor. Avrupa’dan, Hac’dan, hatta Bulgaristan’dan gelen insanların getirdiği hediyelere hayranlıkla bakılıyor. Öte yandan memleket “entelijansiyasında”, büyük bir arayış söz konusu. Üniversiteler odak olmak üzere kurtuluş reçeteleri her yerde uçuşuyor. Modeller üzerine kıyamet kopuyor. Öte yandan, TV henüz hakimiyet kurmamış. İnsanlar okuyorlar. İyi dergiler çıkıyor. İyi dostluklar kuruluyor. Bugünün deyimiyle “sivil toplum kuruluşları” en masum, en fedakar, en yoksul, en gayretli, belki en faziletli aşamalarında.

Ülkesine katkıda bulunmak, kötü gidişe dur demek için insanımız kıt kaynaklarını harekete geçiriyor. Hizmet edeyim derken aklına önce eğitim geliyor. Dernekler, vakıflar kuruluyor. Henüz şirketler kurma aşamasında değiliz. Mevzuat, siyasi ve ekonomik atmosfer, özel teşebbüsü cazip göstermiyor. Devlet baba vatandaşa ne eğitimde, ne medyada, ne ekonomide, güvenmiyor. İdeal formül : Üniversite bitecek, devlet kapısında iş bulunacak! Üniversite sayısı gayet az, İstanbul’da 5-6 tane. Yayın dünyasında TRT'nin rakibi yok.  

Avrupa deyince akla iş imkanları ve işçi göçü geliyor. Ama sınırlı da olsa, insanımız Avrupa’da ve konumuz açısından İngiltere’de “yüksek tahsil” yapma imkanı buluyor. Yurdumun fedakar insanları, Londra’da bir araya gelip dernek kurmakta gecikmiyor. Adını Türk Talebeleri Yardımlaşma Derneği (Turkish Student Welfare Charity) koyuyorlar. Yetmişli yılların ikinci yarısı. Hemen arkasından bir bina satın alınıyor ve burası çoğunlukla Türk olmak üzere öğrencilerin gayet makul bir ücretle (84’te 3-5 Pound!) kalabildikleri, şirin, sıcak bir ev oluyor. Bu şirin eve,  derneğin adından kısaltılarak Türkyar deniliyor. Burada büyük dostluklar kuruluyor, Türkiye’den gelenlere rehberlik hizmeti veriliyor, böylece Türkler arasında Türkyar bir fenomen oluyor. Gurbet ellerde maceracı, girişimci öğrencilere kucak açan bir mekan.

Türkyar kurucularının en fedakar yılları başlangıç yılları olmalıdır. Derken 12 Eylül yaşanıyor. Özal devriyle Türkiye açılma sürecine giriyor. Çok sayıda öğrenci Dünya’ya ve Londra’ya gönderiliyor. Londra’ya gelenlerin çoğu için Türkyar bir başlangıç noktası. Belki önce elçiliğimize, sonra buraya geliyorlar. Buradan İngiltere’ye dağılıyorlar. Ama Londra’ya geldiklerinde Türkyar’da kalıyorlar. Burada yemekli, kahvaltılı davetler, programlar düzenliyorlar. Birçoğu yemek yapmayı ilk defa burada öğreniyor. Ama dev kupaların, sallama çayların dünyasında ille de ince belli cam bardaklarda çay servisleri yapıp memleketi yad ediyorlar.

Bu kadar değil. Dönemin Türkiyesinden gelen bürokratlara rehberlik ediyorlar. Kendi payıma bu gönüllü rehberlik hizmetlerinin içinde yer almış durumdayım. 84 Yılında Heatrow’a indiğimde yalnız bir öğrenciydim. Fakat Türkyar’la haberleşmiş ve bir dil okulundan “acceptance”ı bu kanalla elde etmiştim. O zaman bu işleri bilenlerin sayısı asgari düzeydeydi çünkü kapılar azami düzeyde kapalıydı. Belli ki o zamanın gurbet dostluğu başka oluyor. Heatrow’a indiğimde beni üç kişilik bir grup karşıladı. Başlarında rahmetli Emin Hoşgör vardı. O zamanlar hiç kuşku yok çok daha “önemsiz” bir adamdım. Basit bir öğrenciydim. Londra merkezden onca yol kat edip beni almaya gelmişlerdi. O dönemin dostluk ve fedakarlık ruhu böyle bir şeydi.

Bir arabaya bindik, hep beraber önce Mustafa Aksay’ın evine gittik. Slough’da oturuyordu. Çay ve sohbetten sonra Turkyar’a geçtik. Bunlar benim ilk İngiltere izlenimlerim oldu. Aradan zaman geçti, bu kez aynı hizmeti ben de başkalarına verme imkanı buldum. Dostlarımızın gönderdiği misafirleri karşıladık, misafir ettik, Londra’yı gezdirdik.Turkyar böyle bir yerdi. O günlerde yaşanan dostluklar, fedakarlık ruhu ve idealizm, Turkyar’lılarda ya yaşamaya devam ediyordur, veya en azından tatlı bir anı olarak saklanıyordur.

İngiltere’de eğitim görenler ülkelerine döndüler, üniversitelere, zamanla bürokrasiye girdiler. Gelişen, büyüyen, değişen Türkiye’de gayet önemli roller üstlendiler. Artık Türkiye onların 25-30 yıl önce arkalarında bırakarak gittikleri ülke değil. Beyin göçünün tersine dönmesinden söz ediliyor. Bu süreçte Türkyar bağlantısı bir aidiyet faktörü haline geldi. Türkyar bağlantısının önemi esasen sayısal çokluktan gelmiyor. Bu kapsamdaki insanların niteliklerinden ve ülkelerinde üstlendikleri rolden geliyor. Bürokrasinin en üst kademesinde ve diğer kademelerde bulunan insanlarımızın Türkyar’la bir ilgisi var. En azından bir iki gün kalıp havasını teneffüs etmiş, mutfağına girmiştir. Türkyar’ın tarihi, bir bakıma,  bir grup Türk aydınının ülkesini düşünme, bir şeyler yapma ve sonuç alma tarihidir. İyi bir model olmuştur. Kurucularından, emeği geçenlerden Allah razı olsun.

Benim gittiğim yıllarda Türkyar’ın yöneticiliğini yapan Emin Hoşgör, sonraki yıllarda bir trafik kazasıyla hakkın rahmetine kavuştu. Onun ne kadar kalender ve hasbi bir insan olduğunu tanıyanlar bilir. Bir gün mutfakta Jamaikalı bir öğrenciye masayı iyi temizlemediğini göstermek için birkaç defa “look ! look ! (bak, bak)” dediğini, Jamaikalının ilgi göstermemesi üzerine kızarak “Look dedik lan !” dediğini hatırlıyorum. Kendisini rahmetle anıyorum ve bu mübarek günler hürmetine ruhuna birer fatiha gönderelim diyorum.