Mustafa Armağan ‘Ayasofya Kime Satıldı? başlığıyla yazdığı önemli yazıda Ayasofya’nın ibadete kapatılmasının hazin hikayesini aktardı. Şöyle ki, Ayasofya hala Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait, konunun muhatabı ise Vakıflar Genel Müdürlüğü. Üstelik yürürlükteki Vakıflar Kanunu hala, bir vakfın, vakfedenin koyduğu amaçlar dışında kullanılamayacağını emrediyor. Vakfeden ne demiş? "Kim ki bâtıl gerekçelerle bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya vakfın değiştirilmesi ve iptali için gayret gösterirse, vakfın ortadan kalkmasına veya maksat ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun..."
Çok sert, öyle değil mi?
Lakin aynı zamanda vasiyet olan bu sözler, vız gelir tırıs gider muamelesi görmüş.
1934'te bir Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya Camii müze yapılmış…Gerekçeye de alay eder gibi, ‘Şark alemi çok sevinecek’ diye yazmışlar. Mustafa Armağan başlıkta sorduğu soruyu yanıtlamıyor, çünkü yanıt aslında yeterince açık. Ayasofya Batı’ya satılmış dostlar. 1934 yılında, kim bilir hangi konjonktürel nedenlerle iyi geçinmemiz gerektiği düşünülen Yunanistan üzerinden...
Şimdi, bu mesele ister istemez insanı farklı sulara yelken açmaya sevkediyor.
1) An itibariyle altında Mustafa Kemal Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün imzalarını içeren bir kanun hükmünde kararname ile Ayasofya, Fatih’in vakfiyesinde murat ettiği amaca muhalif olacak şekilde Müslümanların ibadetine kapatılmış vaziyette.
2) Yine an itibariyle, başımızda ‘halkın milli ve manevi değerleri’ konusunda son derece hassas bir iktidar var, Cumhuriyetin tek parti dönemiyle yüzleşmeye and içmiş bir hükümet . CHP’nin halkı rencide eden uygulamalarını deşifre eden, onu ‘milli irade’ye uygunluk kriterleri üzerinden sürekli sigaya çeken bir hükümet.
3) Aynı hükümet Standart & Poors’a haddini bildirebiliyor; halkı cahil olarak gören Batılı hal ve düşünce tarzlarına ikna etmek için konumlandırılmış bürokratlara da sanatçılara da açıktan tavır alabiliyor. Türkiye’nin bölgede hiç olmadığı kadar söz sahibi olduğuna bizi ikna ediyor. Yükselişi Avrupa’nın kekeleme dönemine denk geldiği için dünya çapında da öne çıkıyor ve göz dolduruyor.
4) Ancak bütün bunlara rağmen şüpheler dinmek bilmiyor. İstanbul Baro başkanı Türkiye’nin ‘işgal’ altında olduğunu iddia edebiliyor misal. Muhalefet partisi 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarma yapmaya filan hazırlanıyor. Suriye konusunda hükümetin; ‘Küresel güçlerle iyi geçinme’ bahsinde İslami kesimin en büyük sivil toplum hareketinin dışarlıklı destekler, ihaleler aldığı yolundaki tezler, iddialar tükenmek bilmiyor.
O halde sizce de ‘Madem öyle, Ayasofya için ezan vakti gelmiş de geçiyor’ demenin zamanı gelmemiş mi?
Türkiye içinde olduğumuz zaman diliminde ‘Batı’ karşısında hiç olmadığı kadar söz sahibiyse, ama birileri buna inanmamakta israr ediyorsa, o birilerinin iddialarını boşa çıkarmanın yolu bellidir: Batıya göz kırpmak, jest yapmak için ibadete kapatılıp müzeye çevrilen Ayasofya’ya orijinal statüsünü geri vermek.
Yapılan jest geri alınmaz deniliyorsa, ona da hal çaresi bulunur. Müze vasfı korunarak, temel bölümlerin bazıları ibadete açılabilir, o dahi iş görür. Yeni Türkiye için bunu yapmak çok zor olmasa gerekir.
Böylece hem Türkiye’nin , özellikle bölgedeki faaliyetlerinde ve politikalarında bağımsız hareket edip etmediği konusunda şüpheleri olanların endişeleri izale edilmiş olur, hem de ‘Şark alemi’ bu kez gerçekten ‘sevinir’ ; milletin kültürel kodlarına sinmiş ve aslında hala üstesinden gelinememiş ‘yenilmişlik’ hissi ve yarası tedavi edilir. Bu girişim Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması talebine öteden beri iyi gözle bakmayanların huzursuzluğunu da açığa düşüreceğinden, hükümet gayri Müslim vatandaşlarını tatmin etmek açısından pürüzsüz bir zemin elde etmiş olur.
‘Maalesef Ayasofya nazik bir mesele, o konuda, yetki bizde değil’ denilirse o zaman da şunu anlamış oluruz: Burnumuzun dibinde bile boyumuzu aşan işler var ve çalınan davullar gerçek bile olsa, düğün başkalarının…