Bizim ailenin büyüklerinin yani Rahmetli büyükannemlerin ve dedemlerin kullandıkları bir deyim vardı. Gözünü kırpmadan insan öldüren bir kişi ile ilgili gazetede bir haber okuduklarında ‘bu adamın gözünü adeta kan bürümüş’ derlerdi.
Bugünlerde ülkemizin farklı bölgelerinde peş peşe gelen suikast, bombalama, canlı bomba ile toplulukların hedef alınması olaylarını düşündüğümde büyüklerin o lafı aklıma geliyor. Bunları yapanların ‘gözlerini adeta kan bürümüş’
Bir gün Ankara Kızılay’da, kısa bir süre sonra İstanbul Atatürk Havalimanında, Kayseri’de izne çıkan silahsız askerlerin otobüsünün yanı başında, maç çıkışı toplaşan çevik kuvvetin genç polislerinin toplandığı alanda canlı bombalarla, çarşıda ailesiyle yürüyen bir subayın ensesinde, ülkemizde misafir olan yabancı bir büyükelçinin arkasından doğrultulan bir silahla bir sergi açılışında, hep bu gözünü kan bürüyenleri görüyoruz.
Bu gözünü kan bürüyenleri bazen, resmi kıyafetlerin içinde ve ellerinde ülkeyi korumak için kendilerine emanet edilen silahları halka karşı doğrulturken de gördüğümüz oluyor.
Bu eylemleri yapanlar bir gün PKK kimliğinde karşımıza çıkıyorlar. Diğer bir gün TAK, bir başka sefer DEAŞ, halka silah doğrulturken FETÖ ve yine son eylemde olduğu gibi bir rivayete göre FETÖ bir başka rivayete göre de NUSRA.
Öncelikle bu bombaları patlatanlar ve tetikleri çekenlerin gözlerini kan bürüyen canavarlar olarak isimlendirmesini yapmamız şart. Peki bunlara yardım edenler, bunları azmettirenler, bunları organize eylemler olarak planlayıp tamamlayıcı mahiyette geliştirdikleri diğer hamlelerle bir sonuca gitmeye çalışanlar. Topyekûn hepsi, tek kelimeyle ‘gözleri kan bürümüş caniler, ve katiller’
Eylemi yapan zavallılar yani zincirin son halkasındakileri bir zaman sonra ya delik deşik edilmiş, ya paramparça olmuş veya emniyet güçlerinin elinde derdest edilmiş olarak görebiliyoruz. Fakat zincirin arka taraflarına gidildiğinde kılık kıyafetlerin daha bir derli toplu hale geldiğini, takım elbise, döpyes, kravat ve şık kol düğmeleri ile çok çağdaş( !) görünümlü kişilere doğru vardığımızı veya varacağımızı hissediyoruz. Mekan olarak da çok güzel döşenmiş toplantı odalarını, geniş bahçeler içinde konuşlanmış güzel binaları ve her tarafı bilgisayar ve teknolojik aletlerle donatılmış ofisleri de sanki bu hadiselerin arkasında hafif flu bir şekilde görebiliyoruz. Fakat bu vardığımız noktalarda sadece gözleri değil gönülleri, duvarları, perdeleri, hasılı her yeri adeta kan bürümüş.
Bu mücadeleler niçin yapılıyor?
En kestirmeden ifade edersek ülkelerin kontrol altına alınması için. Biraz daha detaylandırmak gerekirse , gücü kullanan kesimlerin mahiyetleri altındaki kitlelere huzur ve mutluluk verebilmek için. Bu mutluluğun kaynağı olarak görülen ürünleri imal edecek ve onları denetleyecek teknolojik vasıtaların işlemesine yarayacak enerjinin kontrol edilebilmesi için. Yine insanlığı refaha kavuşturacak hammaddelerin daha ucuza elde edileceği bölgeleri ele geçirmek için. Bu ürünleri kendi insanlarına taşımak için oluşturulan karada, havada veya denizdeki çeşitli yolların kontrolü ve güvenliği için.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Peki tüm bunların merkezinde ne olduğu ifade ediliyor. Ne için yapılıyor tüm bunlar?
İnsan için, insan topluluklarının daha iyi bir hayata kavuşması için.
En fazla sayıda insanın en fazla mutluluğunun sağlanması için. Refah devleti veya buna benzeyen ideallere ulaşabilmek için.
Bazıları özerk bir toprak istiyor, diğerleri enerji yolu için koridor. Bir başkası kendi halkı için vaat edildiğine inandığı toprakları, diğeri hammadde, bir diğeri kol ve kafa gücünden istifade edebileceği insan unsuru…
Ama insanın mutluluğu ve refahı için yapıldığı söylenen bu işleri yaparken kandan, cinayetten ve insanları katletmekten medet ummak ne kadar doğru. Bir kısım insanları ve insan toluluklarını imha ederek diğer insanlara sağalan mutluluk, huzur ve refah ne kadar insanca...?
Peki biz kimiz ve ne yapmak istiyoruz?
Biz ise yüzyıllardır insanlığın huzuru ve refahını, onları yaradan Allah’ın verdiği reçeteye göre sağlamak iddiasıyla gayret eden bir geleneğin içinden geliyoruz. İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın diyoruz. Bütün insanlığın kurtuluşuna hizmet etmeyen bir düşünce bizi de kurtaramaz diyoruz. Uçan kuşu, sürünen böceği, havayı, suyu, hasılı yaratılmış her şeyi emanet bilen ve onların yükünü de yüklenme zorunda olan bir fikriyatın izini sürmeye çalışıyoruz.
Yaratılmışı Yaradandan ötürü sevmek durumunda olduğumuzu biliyoruz. Ulaştığımız yerlere bir şeyler almak için değil bir şeyler verebilmek için giden bir yolun ve o yolun yolcularının izini takip ediyoruz.
Yüz küsur yıldır batılıların tesiriyle kendi özümüzden yabancılaşmamız için bunca menfi taaruza rağmen, son dönemlerde büyük bir gayretle, kaçırdığımız ipin ucunu tekrar yakalamaya uğraşıyoruz. Bir zamanlar kısmen ulaşmayı becerebildiğimiz bu hedeflere yine ve yeniden varabilmeye çalışıyoruz.
Bu hakikatlere kör ve sağır, zihinleri kara bir örtü ile örtülmüş kişiler ve kesimler galiba bizim bu ipi yeniden yakalamaya başlamamızdan korkuyorlar.
Bu arka arkaya gelen kalleşçe saldırıların arkasındaki o üst akıl denen melanet şey eminiz ki bu.
Gözünü, ruhunu ve tüm benliğini kan bürümüş hak ve hakikat düşmanları her tür fenalığı yapıyor. Canımızı yakıyor. Bazen içimizi bir hayli daraltıyor.
Fakat unutmayalım her gecenin bir sabahı var. Üstelik biz samimi olursak bize yardımcı olacak yüce bir Allah var.
Samimi olacağız, birlik olacağız, yukarıdaki bizi biz yapan değerleri hiç unutmayacağız. Bize kötülük yapanlar için dahi; Peygamberimizin (a.s) Taif’te kendisini taşlayanlara yönelik dediği gibi Allah’ım onlar bilmiyorlar. Onlara hidayet ver diyeceğiz.
Kendimizle ve korumakla mükellef olduklarımızla ilgili maksimum tedbirleri alacağız, ama bir yandan da iyiliği emredeceğiz yani tebliğ yapacağız. İnsanları kötülükten men etmeye çalışacağız. Kendimiz rol model olacağız. Önemsediğimiz değerler çerçevesinde yapacağımız bir hatanın bir sistemi imha edecek derecede kötü olduğunun idrakinde olacağız.
Moralimizi yüksek tutacağız. İktisadi çalışmalarda, finansal hareketlerden daha çok üretime ve reel ekonomik gelişmelere önem vereceğiz. Canımızın en sıkıldığı anda dahi ilim öğrenmekten, kültürel birikimimizi geliştirmekten, bulunduğumuz yeri imar etmekten, güzelleştirmekten, yani hem içe hem de dışa dönük imar hamlelerinden geri durmayacağız.
Unutmayalım ki iyilikler artarsa ve her yeri kaplarsa kötülere ve kötülüklere hareket edebilecekleri alan kalmayacaktır.
Gözünü ve gönlünü kan bürümüşlere karşı en önemli mücadele yöntemimiz, her yeri iyiliklerle kaplayabilmek olmalıdır…