Ayşecik yıllardır mutfağı şenlikli, salonu ise riya dolu ilişkileri açığa vuran evlerden bize sesleniyor beyaz perdeden ya da ekrandan. Bir konağın veya köşkün salonunda süren partinin kalabalığında aradığını bulamayarak, mutfak işçilerine sığınan muhayyilesi zengin küçük kız, kahramanımız. Onun baktığı zaviyede sosyeteye mensup ailenin kişileri ne denli plastik görünüyorsa, mutfak kişileri o denli canlı, sahici duruyorlar. Hikaye salon kahramanlarına odaklansa da leitmotifi taşıma gücüne sahip olan mutfaktır, bahçevan kulübesidir.
O da Yeşilçam filmlerinin gönüllerde iz bırakan yalnız ve sevgiye susamış çocuk kahramanları gibi hizmetçilerin, aşçıların, şöförün, kotra kaptanının bulunduğu bir köşkte büyüdü. “Bu insanlar sade yaşayan, çoğu inançları olan klasik halk tipleriydi. Ben duygusal olarak bir aidiyet söz konusuysa hep o tarafa meylederdim. Hep o insanlara bir sevgi duyar; onlarla bir ittifak kurmaya çalışırdım, hep onlara sığınırdım. Onların anlayışına, onların sevgisine... Ta baştan beri böyle bir şey vardı. Kendimi onlarla aynı safta görürdüm” diye anlatıyor, çocukluk yıllarında köşkün içindeki konumunu. Çocuk Ayşe Şasa mutfakla salonu birbirinden ayıran, Batılılaşma adına yeni diye düşünülen her şeye kucak açma arzusuyla yükseltilen bir duvarın farkına varmış ve bu garip “demir perde”nin sebepleri üzerine erken yaşta düşünmeye başlamıştır.
Ayşe Şasa hayatında geçirdiği köklü değişimlerin hikayesini, “Bir Ruh Macerası” isimli kitapta Leyla İpekçi, Meryem Atlas ve Berat Demirci’nin sorularıyla açarak dile getiriyor. (Timaş; 2009)
Bu macerada bana çarpıcı gelen pek çok noktadan biri, hidayet olgusunun emekle ve çileyle ilişkisi oldu. İçinde yaşadığı çevre dolayısıyla İslami bir hayat tarzının uzağında yetişen Şasa, bir bakıma bu mesafenin mümkün kıldığı imtiyazları, sınıfçı tutumu ve anlam arayışını geliştirmesine izin vermeyen entelektüel önyargıları sorgulama yeteneğiyle bir acı büyütüyor içinde ve bu acıyı örtbas etmek yerine kurcaladığı için de bulunduğu çevre tarafından dışlayıcı muamelelere maruz kalıyor. Bazen öyle oluyor ki sığınacak bir kucak bulamadığı için kendi dünyasına dalıyor, yanı sıra değerli sahneleri de taşıyarak. Rossellini’nin yüzünde zihin meşguliyeti okunan çocuğu zaman zaman taşkın bir neşe gösteriyorsa, bir şeylerin değişebileceği aklına yattığı içindir: “Hayat hikayemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim”, diyor ya...
Yıllar sonra, hayatına yine bir Yeşilçam filminde olduğu gibi girerek koşulsuz desteğini sunan Bülent Oran, onu Andersen’in yağmur altında, yalınayak kibritlerini satmaya çalışan kibritçi kızına benzetecektir. Üşümeyse aynı üşüme, demir kapının ardına (ya da güzel sıcak günlerin hayaline) inanmaksa, o da eksik değil. O küçük kız şatafatlı kalabalıklarda göze görünmezliğin biriktirdiği sahneleri derinleştirerek anlatmaktan, anlatarak bir anlama açmaktan hiç bir zaman geri durmayacak.
Gotik romanların ve filmlerin kâbuslar gördüren şatosunun havası, Çiftehavuzlar’daki köşkte nispeten mutfak insanlarının sesleriyle yumuşuyor. Yine de köşkte davetler verildiğinde Ayşe evi sokağa bağlayan koridordan koşarcasına gidiyor, demir kapıya sarılıyor ve sesini yoldan gelip geçen başka türlü, farklı, halden anlayan biri olması gereken kişiye duyurtmaya çalışıyor. Ola ki sokaktan, Almanca konuşan Macar Yahudisi mürebbiyesinin aşılamaya çalıştığı başarı güdüsünü önemsiz kılan açıklamalara sahip bir insan geçebilir.
Sokaktan mutlaka bir farkı ortaya koyan simalar, herhalde seyyar satıcılar, dahası her zaman yolunu beklediği beyaz önlüklü arabalı koz helvacı geçecek. Demir kapının önü, dışarıdakiler ve içeridekilerle ilgili bir sorgulama alanı: Oradan geçen niye bize benzemiyor, biz niye onlara benzemiyoruz...
Çok az insan tanıdığı, birbirinin aynı bu insanların da önünde bir dağ oluşturduğunu düşünüyor. “Bu dağı aşsa; ötesinde çok başka ve daha güzel bir hayat, güzel insanlar, heyecan verici olaylar” varmış gibi gelir ona.
Onun demir kapı önünde hissettiği (farkındalıktan ileri gelen) başkalık duygusu gelecek günlerde “ıztırâr hali”nde benliğini sarsan sorularla devam ediyor. Gün gelecek, canhıraş bir şekilde zikrettiği ayetlerle kendisini sahici bir hayattan ayıran demir kapının açılması için bütün kalbiyle yakaracaktır. (O yakarının samimiyetinden nasiplenmiş insanlardan biriyim ben de; “Dağın Öteki Yüzü” isimli hikayemin derinliklerinde Şasa’nın duaları vardır.)
Şasa yedi sekiz yaşlarındayken bir kağıda “Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın” diye bir not yazıyor, şişeyi denize atıp rıhtımda uzaklaşmasını bekliyor.
Şişenin içindeki not, ona her zaman çevresindekilerin yadsıdığı Osmanlı ve İslam varlığını olumlu anlamda hatırlatan Kemal Tahir’den önce de duyan yüreklere ulaşmış olmalı. Çünkü tekrar koz helva satıcısı imgesine dönüyoruz. Mürşidinin gençliğinde el arabasıyla koz helva satması bir rastlantıdan ibaret midir...
Türk sinemasının önemli yapımlarında bazen açık bazen de gizli özne olan Ayşe Şasa, hayatının ilk bölümünün bir korku filmi gibi geçtiğini dile getiriyor, Bir Ruh Macerası’nda. Sonraki yıllarda zorlukları kolaylık, darlıkları genişleme izleyecek, gotik şato imgesi yerini seccadeye bırakacaktır. Kipritçi Kız olabildiğince yetişkin hali, aklı ve gönlüyle geçmişte kendisine dar gelen bahçeye gönlünün renklerini ve seslerini ulaştırıyor, elinde seccadesiyle. Senaryosunu yazdığı filmleri, kitapları ve dualarıyla ise, çölü andıran boşluklarla ve demirden dağlarla önü kesilen yolcuların çağrılarına ses vermeyi sürdürüyor.