Geçenlerde El Cezire'de yayınlanan 'Günün Buluşması' programında John Negroponte'yi dinledim. 23 Şubat 2006 tarihinde Askeriye Türbesine yönelik saldırıdan sonra ayyuka çıkan taifiyye çekişmesinin ve kavgasının azaldığını ve dinmek üzere olduğunu müjdeledi. Gerçekten de son sıralarda Irak'ta 'kimlik katliamı/el katlu bilhüviyye' denilen fenomenin azaldığını sevinçle görmekte ve müşahade etmekteyiz. Bu gerçekten de sevindirici bir gelişme. Umud ederiz bu türlü kışkırtmalar tekerrür etmez.
Irak'ta bir anarşi ortamı var ve işgalciler 'böl-yönet' politikasıyla birlikte Şiilerle -Sünnileri kafa kafaya tokuşturarak güçlerini eritmek ve işgale karşı yönelebilecek kurşunları birbirine yöneltmeyi hedefliyorlar. Bu hususta büyük ölçüde de başarılı oldular. Maalesef Mukteda Sadr gibi nisbeten milli bir Şii çizgiyi ve duruşu temsil eden kanaat önderleri bile zaman zaman Sünnilere karşı 'navasıb' ifadesini kullanabiliyorlar. Şii literatüründe bu mürtede yakın bir ifade. Nakisun, kasitun ve marikun ifadeleri gibi. Bir taraftan Şii-Sünni kardeşliğinden diğer taraftan da navasıptan bahsediyorlar. Elbette ikisi birarada olmuyor. Nasibun kavramı belki iki mana ifade ediyor. Hazreti Hüseyin ve Ehl-i beyt'e düşmanlık besleyenler (nasibu'l ida li ehli'l beyt) ya da hilafetin nasla değilde nasbla olduğunu iddia edenler. Sünniler hilafetin ilahi tayinle veya nasla değil de beşeri nasbla ve seçimle olduğunu savundukları için muhalifleri onlara böyle bir isim takmış olabilirler. Bu çerçevede Bağdat sokaklarında 'el katlu linnevasib' ifadesi kime yöneliyor veya kimi hedef gösteriyor, belli değil. Bu anarşi ortamına terör ikmali anlamına gelir. Zira bu tür sloganlar, kavramın mahiyeti bilinmediğinden dolayı topluluklar (taifiler) arasında Arapların aşvai dedikleri tarzda gelişigüzel katliamlara ve kör döğüşüne yol açabilir ve açmaktadır da. Maalesef Hasan Askeri Türbesinin bombalanmasının akabinde bu anarşi ve törer ortamını dikkate almayan Sistani gibiler doğrudan olmasa bile dolaylı olarak Sünnileri hedef gösterdiler. Bunun sonucunda, binlerce Şii ve Sünni hayatını kaybetti. Sünnilere ait birçok cami yakıldı, yıkıldı veya müsadere edildi, imamlar öldürüldü ve sonuçta iç savaş ortamından sonra Negroponte'nin de vurguladığı gibi bu gerginliğin ateşi kısmen söndü.
***
Aslında Şiilerin bu tarz mukabelesi belki de -denildiği gibi mezhep savaşı çıkartmak istiyor idiyse- Zerkavi gibilerin işine yaramıştır. Hasan Askeri Türbesinden sonra geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız bir biçimde Sünnilerin ve özellikle de tasavvufi kesimlerin canu gönülden bağlı bulundukları Geylaniye Türbesi saldırıya maruz kaldı. Bu esef verici olay kabrin ve mescidinin bulunduğu külliyede büyük hasara yol açmış. Maalesef işgalden beri Mustansiriye, A'zamiye gibi tarihi ve kutsal beldeler saldırılara maruz kaldı. Şiilerin kutsal eşikleri (atabet el mukaddese) Irak'tadır ve özellikle de Kerbela ve Kufe'de kümelenmiştir. Buna mukabil, Sünnilerin de Irak çerçevesinde en önemli tarihi sembolleri Bağdat'tadır. A'zamiye'de İmam-ı A'zam Türbesi ile yine Bağdat'ta bulunan Geylaniye Türbesi en kutsal iki ziyaretgâhtır. İşgalin hemen ardından A'zamiye direnişin kalesi olmuş ve burada yoğun çatışmalar yaşanmıştır. Gazi Şehir ünvanını almıştır. Geylaniye de Sünnilerin en fazla ihtiram ettikleri ikinci mekandır. Maalesef A'zamiye'den sonra Geylaniye de benzeri saldırılara maruz kaldı ve bunun sonucunda civarda 20 kişi yaralandı.
Şunu hemen belirtmekte fayda var. Evet, bu saldırılardan doğrudan işgal güçleri sorumludur. Fakat ikinci kademede taifiye kavgası da gözardı edilemez. Zira Safevilerin birkaç defa Bağdat'ı istila etmelerinin akabinde A'zamiye ve Geylaniye türbeleri yıkılmış veya hasar ve zarar görmüştür. Vehhabiler Mekke ve Medine'yi zaptettikten sonra tarihi eserleri nasıl yağmalamışlarsa Safeviler de Bağdat'a girdiklerinde önce Sünnilerin sembolleri olan Geylaniye ve A'zaiye'de tahribata yönelmişlerdir. Bunu fetihlerinin sembolü saymışlardır. Bunlar inkârı mümkün olmayan tarihi hakikatlerdir. Elbette son olaylarla alakalı olarak burada Şiileri suçluyor değiliz. Kargaşa ortamında, dumanlı havada veya bulanık su da başkaları da avlanmak isteyebilir. Bu vesile ile iki toplumu yeniden birbirine düşürmek isteyebilirler. Bu ihtimal her zaman varid. Muhtemel ki bir Şii değil bir Sünni de bu saldırının faili olabilir. Ses getirmek veya iki tarafı kızıştırmak istemiş olabilir.
***
Ancak savaş zamanlarda şuur seviyesinde azalma ve taşkınlık ve çılgınlık havasının egemenliği nedeniyle birileri oldu bitti ile böyle bir saldırıya tevessül edebilir. 'Zinne' veya zanla suçlu tayin edilmez. Ama bu noktada Sünnilerin Şiilerden kutsal mekânlarına dair saygı
beklemeleri haklarıdır. Samarra'da Hasan Askeri Türbesini bekleyenler daima şehrin sünni ahalisi olmuştur. Esasen bu noktada Şiileri anlamak mümkün değil. İran asıllı Şiiler Farsça'nın dört rüknünden ve şairinden biri olan Mevlana'ya sahip çıkarlar hatta onu Türklere bırakmak istemezler ama nasıl oluyor da Mevlana'nın muadillerinden birisi olan Geylani'ye bigane kalabiliyor veya gerektiğinde onu tezyif edebiliyorlar? Acaba kültür veya dil milliyetçiliği yaparak Mevlana'ya sahip çıkarken mezhebi noktadan Geylani'ye uzak mı duruyorlar? Bunları bilmiyoruz ve doğrusu bu sadece kendilerini ilgilendiren bir husus. Zorla güzellik veya sevgi olmaz.
ununla birlikte, bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. İran'ın Suriye'deki Büyükelçisi Muhammed Hasan Ahteri Irak'taki mezhep fitnesinin işgalcilerin ürünü olduğunu ve İran'ın tarihten beri Şii-Sünni tefrikası bilmediğini söylüyor (El Ahram : 29 Mayıs 2007). Bu tespit maalesef hiç doğru değil. Tamamen yanıltıcı. Temenni kipinde elbetteki tefrikanın olmamasını dileriz. Bu başka. Ama bir de vakıa var. Şii-Sünni meselesi neredeyse 1400 yıllık bir ihtilaf. Bunun güncellenmesi maalesef İran devrimiyle birlikte olmuştur. İran devrimi Şiiliğin yenilenmesine ve yeni bir atılımına yol açmıştır. Bu da Sünni dünyanın haritasıyla kesişmeye ve ardından da sürtüşmeye yol açmıştır. Irak şimdi bunun ateşiyle kavrulmaktadır. Mesele çok yalın şekliyle budur. Veli Nasr gibiler de Irak işgalinin ikinci kez Şii uyanışını tetiklediğini yazıyorlar. Maalesef hiçbir Şii Veli Nasr gibilerin yazdığını eleştirmiyor zira onu içselleştiriyor ve müspet olarak değerlendiriyor. Ama bunlar bir Sünni gözüyle yazıldığında hemen 'mezhep fitnesini uyandırmakla' suçlanıyor. Aynı olay olumlayıcı bir bakış açısıyla verildiğinde taktir topluyor ama menfi suretini gösterdiğinde hemen tepkiye yol açıyor. Bu kısaca, gerçeklerin dillendirilmesinden hoşlanmamaktır. Bundan dolayı ihtilafı sadece Amerikalıların varlığına hasretmek ve indirgemek Ahmet Mansur'un deyimiyle onu günah keçisi haline getirmekten farksızdır. Ve doğru da değildir.
Bugün kaba tabirle, Müslümanlarla Yahudiler arasındaki kavganın nedeni Siyonizm üzerinden Yahudiliğin güncelleşmesinden dolayıdır. Ve bugün tam bu anlamda Ortodoks veya geleneksel Yahudilikle Müslümanlar arasında bir kavga olmadığı gibi geleneksel Şia ile Sünniler arasında da bir kavga yoktur. Sözgelimi merhum Muhammed Mehdi Şemseddin'in gelenekçi çizgisi uzlaşma ve sulh zeminiydi. Ama Şiiliği uyandırdığınızda bu dolaylı olarak Sünniliğin de uyanışı olacaktır. Birleşik kaplar teorisi bundan başkasına müsaade etmez. Öyleyse, kolaycılığa kaçmadan hep birlikte yaptıklarımızın bir muhasebesini gerçekleştirelim. Kendimizi muhasebeye çekelim. Belki o zaman bir çıkış yolu buluruz.