İnsanı dudağının kenarına ilişmiş kıvrık ve acı bir gülümseme ile gezmeye mahkûm eden bir ülkede yaşıyoruz. Öyle bir ülke ki, hayat tarzım deyip sıkı sıkı yapıştığı ritüellerini agresif bir tutumla savunan Batıcı zevatı, aynı Batı'nın demokrasisine, insan hakları ve inanç özgürlüğü gibi mefhumlarına zerrece saygı duymuyor.
Ülkenin dindar kesimiyle aralarına koydukları en kalın çizgi 'Batı tipi modernleşmeye' duydukları bağlılık olmasına rağmen, askerî yönetimi halkın seçtiklerine tercih etmek gibi, parti kapatmak gibi Batı'nın 'aşağıladığı' tutumlara seçenek gözüyle bakabiliyor. İyi yetişmiş, iyi eğitim almış; hayatlarına şehirliliğin ve modernliğin temsilleriyle anlam katmış durumdalar, ama ufukta ne zaman 'halk' belirse en korkunç komplolara sarılıyor, Nutuk'tan ve cumhuriyetin kazanımları başlığı altında tekrarladıkları ezberlerden devşirdikleri kelimeleri muska yapıp boyunlarına asıyor, laikliği bir 'din' haline getirmekte hiçbir beis görmüyorlar. Sonsuz nüfuz ve talep etme alışkanlıkları fren nedir bilmediği için, nihayet kendine benzeyen birilerinin iktidara gelmesinden büyük bir sevinç duyan kitlelerin keyifli hallerinden bile inanılmaz düzeyde rahatsız oluyorlar. En fazla 'alışacaksınız artık' ya da 'eh, şimdi sıra bizde' düzeyine kadar varmış olan bir tür keyiflilik halini; laiklik karşıtlığı, cumhuriyet düşmanlığı filan değil en kötü ihtimalle 'diklenmek' en kötü ihtimalle 'alaycılık' kategorisine girebilecek münferit ifadeleri 'rejim meselesi' haline getirebiliyorlar. Çünkü diklenmenin de, alaycılığın da, şımarmanın da patenti onlarda. Onlar yaptığı zaman hak, berikiler yaptığı zaman ülkeyi 'germek'. 'Ayyy çoluklu çocuklu her yere doluşuyorlar' mealindeki laflar normal, 'üç çocuk doğurun' deyince ülke geriliyor.
İktidarda olan bir partinin kapatılması ihtimali üzerinden oluşturulan siyasi depresyonun izale edilmesi için girişilecek kirli pazarlığın izlerini görmek de zor değil. Savcının, son başörtüsü girişimi olmasaydı, bu davayı açmayabileceğine yönelik ifadeleri de, MHP'nin R. Tayyip Erdoğan'sız AK Parti formülünü zikredebilmiş olması da, önümüzdeki günlerde hakkaniyet duygusundan uzak bir kefaret metoduna bel bağlanabileceğinin habercisi. Önümüzdeki günler Çankaya'da eşi başörtülü bir cumhurbaşkanının bulunmasının intikamını halkın neredeyse yarısından oy almış bir partiyi yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirerek alma, partiyi bedel ödemeye zorlama hesaplarına gebe. 'Asker darbe yapmak istemiyor, darbe ile alınacak neticeleri 'uzlaşma' adı altında, ölümü gösterip sıtmaya razı ederek alırız biz de' durumları. Ödenecek bedelin ödetileceği kişiyi işaret etmek için kullanılacak bahane, anahtar sözcük: Gerilim. Oysa bu ülkede gerilim hep 'ama ulema dedi', 'ama üç çocuk doğurun dedi' diyerek 'gerildiklerini' iddia edenlerin gerilim de gerilim diye bas bas bağırmaları yüzünden çıktı. Aynı çevreler, 'ülkeyi germemek adına' tabanına verdiği sözü tutmak için 'beş yıl beklemiş' bir başbakanı hedef tahtasına çekme gayreti içindeler. Kimse kendisini kandırmasın, pazarlıkların ve ortaya çıkacak denklemin kenarında, dışında, rahatta kalacağını/kalabileceğini vehmetmesin. Hedef tahtasına çekilen şey hakkaniyet duygusudur, 'pes' sözcüğünün bile pes ettiği bir vicdansızlıktır. Parti de, onun başkanı da onlarca konuda eleştirilebilir, ama 'laiklik karşıtlığının odağında' olmadıklarını anlamak için yakın dönemde hazırlanmış sivil anayasa metnine bakmak bile yeterlidir. Nasıl bir laiklik karşıtlığıdır ki bu, kendi huzurunda hazırlanmış bir anayasa metninde laiklik ilkesini koruma meselesinin daha da sıkıya bağlanmasına, laiklik karşıtlığı anlamına gelebilecek eylemlerin daha da genişletilmesine izin ve onay verebilmiştir?
Hakkaniyet duygusu kalmayan bir ülkede hiçbir şey kalmamış demektir ve bunu hatırlayan birilerinin bulunduğunu umut ediyorum.
Kaynak: Zaman