Seçim atmosferine girmeye çalışan Türkiye bir anda Mayıs ve Haziran ayları itibarıyla terör atmosferine sokulmuş durumda bulunuyor. Terörün görünen yüzü bunun adının PKK terörü olduğunu gözümüze sokarcasına dolayısıyla da gözümüzü kör edercesine söylüyor.
Türkiye coğrafyasında hüküm süren son iki yüz yılın devlet yapılanmaları, Osmanlı devleti ve Türkiye Cumhuriyeti devleti, ‘var/yok olma’ endişesi ve ‘parçalanma’ korkusu içinde hayat sürdürmek durumunda bırakılmıştır. Bu süreçte II. Mahmut’un ani ölümü, Abdülaziz’in intihar süsü verilmiş katli, II. Abdülhamit’in aslında halen tam anlamıyla ne olduğu açığa çıkartılamamış bir provokasyon neticesi meydana gelen meşhur ‘31 Mart Vakası’ sonucu tahtını bırakmak zorunda kalması, İttihatçıların iktidarı, Vahdettin’in payitahtı terki ve Lozan ( Lausanne) Anlaşması sonunda ortaya çıkarılan yeni devlet yapılanması, Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün Büyük Adadaki ‘zorunlu ikamet’ine son verip apar topar Ankara’ya gitmesi ve yeni Cumhurbaşkanı seçilmesi, ardından İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD’ye gidip Türkiye’nin yeni dünya sistemindeki yeri konusunda biatı, ardından Atatürk’ün ekibinin 1950’de tekrar iktidara gelmesi ve 1960’da feci şekilde son buldurulması ve 1960’da başlayan darbeler döneminin onar yıllık periyotlarla 2007 yılının şu netameli günlerine kadar ‘planlı’ ve ‘programlı’ şekilde sürdürülmesi…
Son iki yüz yıllık süre zarfında Türkiye’nin dışarıyla/ Batıyla bağları her alanda sürmüş olmakla birlikte, en azından Tanzimat Fermanı’nın ilanından önce içerdeki iktidar/ padişah değişimlerinde rolü Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra olduğu gibi hiç olmamıştı. Bu fermanla başlayan dönem sonrasındaki müdahalelerin neredeyse tamamı dış merkezli olup, dolaylı olduğu gibi ( fikir akımları vb) aynı zamanda doğrudan gerçekleştiği de olmuştur. Osmanlı’nın iktidar kavgasındaki en son yerli müdahale 1808 yılında II. Mahmut’un tahta çıkma karşılığında kabul etmek zorunda kaldığı ve merkez dışında iktidar sahibi konumuna yükselmiş ayanların bundan sonra merkezde de söz sahibi olacaklarını ilan eden Sened-i İttifak’tır. İktidar savaşlarındaki bu son yerli dizayn çabasını II. Mahmut kısa sürede devre dışı bırakmış, ancak dışarıdan gelen müdahalelere karşı gelemeyerek Tanzimat Fermanı ilanı öncesi ani bir ölümle yerini yeni bir padişaha bırakmıştır. İşte o günden bu yana bizdeki iktidarlar, arada istisnai dönemler olmakla birlikte, hep bir emanetçi, hep bir ‘Köle İsaura’ dizisindeki baronun ‘kâhya’sı rolünde olmuşlardır dersek abartmış olmayız sanırım. Bunun neticesi ise bu topraklarda yaşayan insanların bir türlü gerçek anlamıyla ‘millet’ vasfını taşıyamaması ve de bu devletin gerçek anlamda ‘milli’ kimliği ön planda tutan bir ‘merkez’e sahip olamayışı olarak karşımıza çıkmıştır.
Milli bir kurumsallaşma ve devletleşmenin bir türlü tam anlamıyla gerçekleşmemiş olduğunu gören bir takım insanlar bir şeyler inşa etmeye çevreden başlayarak kalkışmışlar, ancak inşa ettikleri bu şey ne kadar merkeze yaklaşırsa o oranda tahribata maruz kalmıştır. Çünkü üzerinde inşa etmeye çalıştıkları ‘merkez’in zemini bir takım ‘derin’ kuyularla, tuzaklarla güvenli olma vasfını yitirmişti.
Merkez, milletin gerçek düşüncesinin, arzusunun çevreden itibaren damıtılarak toplandığı ve oradan da bütün bir milletle birlikte lüzumunda harekete geçebildiği yerin adıdır. Oysa bugün ülkemizde merkez tabirinden çok ‘derin’ tabirinin kullanılması son derce düşündürücüdür. Bununla beraber aslında mevcut reel yapıyı ifade etmesi bakımından da o oranda isabetli bir kavramdır. Zira merkez dediğimiz şey bütün çevreye eşit mesafede olacak şekilde, göz önünde bulunan ve ne olduğu görülendir; oysa ‘derin’ dediğimizde bir muallâklık bir karartma ve gözden ıraklık söz konusudur. Dolayısıyla ‘derin’ tabiriyle burada görülmesi, ortada bulunması arzulanmayan, bilinmesi istenmeyen bir takım gizemli şeylerin faş olması engellenmiş oluyor. Bu şekilde de ‘derinlik’ bir anlamda karanlık, gayrı meşru bir özelliği de ifade etmektedir. Kendileri derinde, karanlıkta oldukları için aydınlığı, şeffaflığı, berraklığı sevmezler ve ortalığı bulandırmakla kendi varlıklarının sürmesini sağlama aldıklarının bilinci içindedirler. Bu yapı hakkında her ne kadar son yıllarda bir sürü neşriyat yapılmışsa da, efsunlu yapısını artırmaktan başka çok da somut şeyler ortaya çıkarılamamış ve bir türlü derine inecek neşter vurulamamıştır.
Söz konusu ‘derin’ yapı kurduğu sistem ve destekleyici insan unsuru sayesinde Türkiye’yi ne tam manasıyla ölüme terk etmiştir, ne de gürbüz bir şekil almasına müsaade etmiştir. Aslında ülkeyi bir ineğe benzetecek olursak; Türkiye bunlar için bir nevi sağılacak inektir ve bu inek süt vermeye devam ettikçe ineğin yaşamasına müsaade edilir, sütü azaltacak nispette aç kalmasınaysa göz yumulmaz; ancak ineği zaman zaman kesmekle tehdit edip, sütünü kan gelinceye kadar sağmaya razı ettikleri de vakidir. Söz konusu yerli ‘derin’liğin buradaki yansıması, dünyadaki birçok başka örneklerde de olabileceği gibi, dışarıdaki ‘derin’liğin şubesi konumunda olmasındandır.
Bu yapının son birkaç yıl içinde önemli bir çözülmeye uğradığı ve işlerinin eskisi kadar rast gitmediğinin birçok alameti bulunmaktadır. Buna rağmen yılların getirdiği birikimle olsa gerek eski iddialarından kolay vazgeçme niyetinde olmadıklarını da anlıyoruz. Nitekim bu yapının belli uzantıları kapatılan bir haber dergisinin birkaç sayısında ifşa edildiğinde aslında hem ‘suçüstü’ olmuşlar, hem de hükmü geçen sistemin işleyişinin artık çok da rahat sağlanamayacağını anlamış olabilecekleri düşüncesi kamuoyunca da kabul görmüştü. Buna rağmen Cumhurbaşkanlığı sürecinde ellerinde kalan imkânları ‘uzaktaki derin’ hareketlerin de desteğiyle sonuna kadar kullanma kararlılığını göstermişlerdir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin bir şekilde akamete uğratılmasının ardından, şimdiki hedefinse 22 Temmuz seçimleri olduğunu kör edercesine insanların gözüne sokuyorlar. Belki eski imtiyazlarının, kurgularının bir daha geri dönmeyeceğini onlar da kabul ediyorlar; ancak burada kaybedilen şeyin geri alınmasından ziyade ‘bana yar olmayan kimseye yar olmasın’ mantığının ürünü bir kaosa sürükleme taktiği hükmünü icra ediyor görünmektedir.
Bu yapının uzun yıllar boyunca hüküm sürmesinde bilerek veya bilmeyerek her türlü göreve soyunmuş bazı ideolojik ve de ‘millet menfaatini savunur’ görünen kesimlerin bu son perdede rol alarak bu ‘derin’ ve karanlık unsurun yaktığı ateşe odun taşıma konusundaki istekliliği bir başka dikkat çekici unsurdur. Kurtun dumanlı havayı sevdiği bilinir, dolayısıyla bugün de ortalığı gözleri yakan bir sisin ve dumanın kaplamış olduğunu görüyoruz.Dumanlı havayı görüp ortaya çıkan ‘kurtlar’ın dumanın kaynağı konusunda bir fikri var mıdır? Varsa bunun Türkiye’yi yakmak için tutuşturulan büyük ateşin ortalığa yayılan dumanı olduğunun bilincinde midirler?
Türkiye’nin ‘imtiyazlıları’ malum mitinglerle seçim öncesi yelkenlerini olabildiğince şişirdiler, şimdi ise sıranın ortalığı kaplayan dumandan, sisten birilerinin istifade ettirilmesine geldiği anlaşılıyor. Aslan payını aldı, kurda da birkaç parça şey kalmıştır nasılsa. Ortalıktaki dumanın, sisin sebebi Türk askerlerine yönelik patlayan bombaların dumanları olup, müsebbibinin de PKK terör örgütü olduğu PKK’nın kendisi de dahil bütün kesimlerce onaylanan bir durumdur. PKK denilen örgütün nasıl kurulduğu ve hangi aşamalardan geçerek süreç içinde hangi işlevleri yerine getirdiği Türk halkının geniş kesimlerince halen bilinmemektedir. Ortada PKK isimli örgüt tarafından körüklenen kör bir terör vardır ve bu yapılanmanın gerisini sormak kimsenin haddine değildir. Soran olursa da sorduğuna soracağına pişman edilecektir. Bir gazete yazarının sorduğu soru etrafında kopartılan fırtına ve ertesinde PKK’nın cevap niteliğindeki eylemleri aslında başka birçok soruyu sormada ne kadar geç kaldığımızı da göstermektedir. Evet, yazar ölenlerin gariban Anadolu halkından erler olduğunu, üst rütbeli subaylardan kayıpların neden az olduğunu sormuştu. Enteresan şekilde ertesi hafta Şırnak’ta kör teröre tam da yazarın sorduğu türden üst rütbeli askerlerden şehitler verilmiştir. ‘Bu şehit olan üst rütbeliler yoksa tanrılara ‘kurban’ edilmiş olmasınlar?’ diye sormadan edemiyoruz. Yoksa bu son eylemler sisin, dumanın dağılmasının önüne geçmek için miydi? Doğrusu ‘derin’ ve karanlık yapı için bu türden kayıplar sorun teşkil edecek de değildir.
Kan üzerinden siyaset yapmak ‘derin’ yapıların en temel vasıflarından biri olsa gerektir. Zira burada hala, ‘kötülüğü yapanın yanına kar kalması’ şeklinde özetlenecek yapı tam anlamıyla dağıtılamamıştır. ‘Merkez’in inşa edilemediği yerde ‘derin’ vasfına haiz unsurlar milletle bu kadar pervasızca oynayabiliyorlar. İşte onun için millet olmak demek aynı zamanda bir ‘merkez’e sahip olabilmek, ona sahip çıkabilmek demektir. Bizimse ‘merkez’imiz işgal altındadır.
Metaforik anlamda Türkiye’yi sağımı olan bir inek olarak ele aldığımızı göz önünde bulundurarak, bizdeki kavganın sebebini ‘ineğin sütünün kimin tarafından sağılacağı ve ürünlerinden ne şekilde istifade edileceği?’ sorusuna verilecek cevaplarla açıklayabiliriz. Dolayısıyla da, aslında her şeyden önce Türk halkının karar vermesi gereken şey, ortada bir inek varsa ( ki var), onun sütüne sahip çıkıp bilumum nimetlerinden faydalanıp faydalanmamak hakkına tam manasıyla sahip olmak isteyip istememesidir.
Süt veren ineğimize sahip çıkmanın birinci yolu gerçek anlamda millet olmaktan geçmektedir ve ‘derin’ yapının yerine basiret sahibi olan herkesin görebileceği ‘merkezi’ inşa edebilmektir. İnşa edilecek o merkez etrafında kenetlenip gerçek bir güç haline gelerek ineğimize sahip çıkabilir, başımızdaki ‘kâhya’lardan kurtulabiliriz. İşte o zaman bir hedef, ideal uğrunda topyekûn millet olarak kenetlenebilir ve o hedeflerin gerçekleşmesine çalışabiliriz.
Milli bir politikamız olur ve halkıyla-değerleriyle barışık, sürekli çatışma ve gerginlik ortamında debelenmeyen bir devletle sahici bir ‘merkez’ etrafında kenetlenirsek, gerçek bir millet olup dünya milletleri içinde onurlu bir yer ediniriz. Bunu yapamadığımız müddetçe ülkemiz yerli yabancı, irili ufaklı birçok yapılanmanın at oynattığı çiftlik olmaktan kurtulamayacaktır.
O yüzdendir ki yabancı istihbarat servislerinin birçoğu bazen kendi ülkelerinden bile daha rahat şekilde bizim ülkemiz sınırları içinde faaliyette bulunabilmekte ve kamuoyunu maniple edebilmektedirler. Yaptıkları birçok faaliyeti englleme ve bunlara karşılık verme konusunda maalesef yetersiz kalınmaktadır.
Terör eylemleri de bilindiği gibi bütün dünyada bir şekilde doğrudan ya da dolaylı olarak istihbarat servislerinin bilgisi, inisiyatifi ve desteği ile gerçekleştirilebilmektedir. Bizdeki terörün dış kaynaklı olduğu ( iç kaynaklı olduğu gibi) hep söylenegelmiştir; ancak bu dış kaynak bir türlü tam anlamıyla açığa çıkartılmamıştır. Devletimiz hala gerçek manada ‘milli’ vasfına sahip olamadığından milletimiz de manipülasyonlara açık bir toplum olmaktan kurtulamıyor. İçerde birçok doğan görünümlü ‘şahin’ ve ‘kurt’ görünümlü çakal bulunmakta olup, sahipsizlikten ve ‘merkez’ inşa edemeyişimizden dolayı bu sahte kimlikler caka satmaya devam edebilmektedirler.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı gerçek manada ‘millet’ olma yolunda milli bir ‘merkez’ inşa etme açısından son derece önemliydi. Bu çaba ve arzu maalesef malum sebepler ve ‘derin’ yapılar yüzünden şimdilik akamete uğramıştır. Ancak ‘derin’ yapının uzantılarıyla birlikte buna karşı giriştiği mücadelenin birkaç merhalesi olduğu gelişmelerden anlaşılmaktadır.
Birinci ve ikinci merhaleler geçilmiş ve nispeten başarılı olmuşlardır. Şimdi üçüncü merhaledeyiz. Bu merhale kör terörün döşediği bombalamalarla gerçekleşiyor. Seçimlere yaklaşıldıkça ‘operasyon’un diğer merhalelerine de geçilmesi beklenilmedik bir hadise olmayacaktır. Bu seçimler ‘millet’ olma yolunda ve milli bir ‘merkez’ inşa etme yolunda çok önemli gözükmektedir.
Zira oyunun bozulması, ‘derin’lerdeki gayrı meşruluğun ortaya çıkarılması bir bakıma buralardan geçmektedir. Yazının başında ‘terörün görünen yüzü’ demiştik, aslında bizde yıllardır terörün çok daha ağır faturalısı uygulanıyor. Bir milletin kendi kendini yönetmesini engellemekten daha büyük terör olabilir mi? Bir milletin en meşru hakkını yıllardır gasp edip, insanları kamplara bölüp gerçek anlamda bir ‘millet’ olmasını engellemekten daha korkunç terör olmasa gerektir.
Sivil siyasetin kör ‘derin’liklerde kaybolmasının önüne geçilerek, milletin asli unsurlarının merkezde ağırlığını hissettirmesi Abdullah Gül ayarında bir devlet başkanının seçilmesiyle gerçekleşecektir. Bu sayede de Terörün görünen yüzü PKK’nın ve görünmeyen yüzü ‘derin’ yapının kökünün sökülmesiyle birlikte milli bir ‘merkez’ inşasının önündeki en büyük engellerden birisi kaldırılacaktır. O halde 22 Temmuz seçimleri bunun en önemli kilometre taşlarından birisi neden olmasın?