29 Mart belediye seçimleri gezilerinden birinde, bir vatandaş Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı karşılarken üzerinde 'Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayyip Erdoğan' yazılı tartışma oluşturan büyük bir pankart açmıştı.
AK Parti erkânı, bu pankartın olumsuz etkilerine dikkat çekti ve Erdoğan, tören alanına gelmeden önce pankartı kaldırttı. Bu olay Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında yaşanan ve Erdoğan'ın 'Davos fatihi' diye nitelendiği meşhur Davos olayının artçı sarsıntılarının sürmesi olarak görüldü. Son olayların çağrışımlarındaki İslamî boyut açık. Sadece bir asır öncesine kadar dünyadaki en büyük ve son imparatorluk olarak üç kıtanın topraklarına asırlarca hükmetmiş bir ülkede bu türden beklentilerin ortaya çıkması 'doğal' olabilir ancak modern Türkiye'nin AB yönündeki yürüyüşüne şüpheler oluşturan, Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırıp Ortadoğu'nun ve İslam dünyasının 'efendiliği' rolüne teşvik eden Batılı ve özellikle Amerikalı seslerin çıkması doğal değil.
Şu sözler, Amerikalı ünlü stratejist George Friedman'dan çıktı. Kendisi birkaç gün önce New York'ta Türkiye ile ilgili verdiği konferansını Türklere hitaben 'AB'yi unutun. O yıkılacak. Tarihî kararlılık, şu an geçmişte olduğu gibi Türkleri kendi imparatorluklarını kurmaya zorlamaktadır. Bu hedef için Müslüman coğrafya ve Ortadoğu'dan daha iyisi yoktur.' yollu ifadelerle özetledi. Friedman'ın söylediklerinin bu kısa özeti, Türkiye'de geniş yankı buldu. Fakat kendimizi dış politikadaki Türk dönüşümünün Davos olayıyla veya Gazze'ye yönelik saldırılarla değil, aksine AKP'nin 2002'de iktidara gelmesinden önce başladığını açıklamak ve ifade etmek zorunda görüyoruz. Bu parti, Türkiye'nin kendi bölgesi ve dünyadaki herkesle iyi ilişkiler kurması gerektiği yollu bir vizyonla hareket etti. Çok boyutlu siyaset olarak bilinen şey de tam olarak bu. Bu politika ışığında büyük Türk açılımı, İslam ve Arap dünyasına olduğu gibi Rusya, Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan gibi başka dünyalara da yönelikti. Bu vizyon çerçevesinde AB'ye üyelik seçeneği Türkiye için tek stratejik seçenekti.
Dış politikanın Türkiye'nin saklı güçleriyle uyuşacak şekilde yeniden çizilmesi başka güçler için sıkıntı, konum ve rol itibarıyla büyüyen vizyonuna yönelik bir endişe oluşturdu. Fakat bu konum Batı'nın ve İsrail'in hedeflerini gerçekleştirmek için savaş, işgal ve genişlemeyle izlediği kanlı yöntemlerin aksine askerî güçle değil, ekonomik ilişkiler, büyüyen gücün yani diplomasinin yöntemiyle yapıldı. Bu Türk stratejisinden İran, Rusya ve diğer ülkeler de dahil Araplar ve Müslümanlarla en güçlü ve iyi ilişkiler ortaya çıktı. Böyle büyük bir güç, Arapları ve Müslümanları korkutmamaktadır. Aksine Türkiye, onlar için bir güç kaynağıdır. Gazze saldırısı sırasında ve ABD'nin İran'la anlaşmazlık dosyasında bu açıkça görüldü.
Batı, Müslümanları savaşlar ve gerginlikler içinde görmeye alıştı. Bunun tetikleyicisi ise kendisiydi. Bugün Friedman'ın yaptığı, Türkiye'yi dış ilişkilerinden Avrupa boyutunu bırakmaya ve sadece kendi aktif bölgesi yani İslam ve Ortadoğu bölgesine yönelmeye kışkırtmaktan başka bir şey değildir. Böylelikle Friedman, bir taşla birkaç kuş vurmuş oluyor. İlki, AB'yi Hıristiyan kimliğini derinden sarsacak ve çifte standartlığını ifşa edecek kendisine doğru gelen bir güçten rahatlatmış oluyor. İkincisi, Arap ve İranlıların kalbine, Türkiye'nin imparatorluk emellerine dair şüphe ve korku düşürüyor. Böylelikle Araplar ile Türkler ve İranlılar ile Türkler arasındaki tarihî çekişmeler yeniden çıkarılacak. Oysa herkes ne AKP'nin ne de Türklerin, Arapların ve Müslümanların gücünü yıkmayı hedefleyen böyle bir amaç gütmediklerini bilir. (Katar gazetesi El Şark, 8 Mart 2009)
DR. MUHAMMED NUREDDİN
Kaynak: Zaman