Genelkurmay'ın 'cemaat'i


 
 
Güçlü kurumsal geleneklerin içinde yeniliklere girişmek zordur. Çünkü gelenek dediğimiz şey, en pahalı yöntem olan deneme-yanılma yöntemi, yani tecrübe ile işe yaradığı kanıtlandığı için değerlidir. 
 
Tam tersine gelenek, ezbere tekrarlanan bir alışkanlığa dönüştüğü zaman aksayanların görünmesine engel olur. Keskin bir hiyerarşi ve disiplin içerisinde iş gören ordular, sonuçta bürokratik kurumlar. Gelenekleri güçlü olduğu için bu tür kurumlarda değişim zordur.

Savunmamızla ilgili siyasî olmayan, hamasî olmayan bütünüyle teknik bir sorunumuz var. Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde esaslı bir reform yapılması gerekiyor. Reformun ana iskeletini başta ABD ordusu olmak üzere, dünyadaki askerî yapıların son 20 yılda geçirdiği esaslı değişim oluşturuyor. Bunun ön şartı değişime açık bir vizyonunun komuta kademesine egemen olması. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un göreve başladığı günden beri hissettirdiği fark, tam da bu yüzden umut verici. Devir-teslim töreninde yaptığı konuşma, daha işin başında Güneydoğu bölgesine yaptığı ziyaret ve son olarak basın-yayın organlarına verilen brifingde izlenen usûl ve öne çıkan vizyon sadece TSK için değil, Türkiye için önemli yenilikler barındırıyor. Benim gördüğüm en önemli fark: Başbuğ, her durumda ezberlenmiş olanı tekrarlamıyor, aldığı eleştirileri ve geri beslemeleri süzgeçten geçiriyor ve açıkça bilindik sorunlara yeni çözümler arıyor. Orduyu yönetmek yerine liderlik yapmak amacında. Henüz yeni çözümlerden ve yepyeni bir askerî liderlikten bahsetmek için erken; ama yine de kısa zaman zarfına sığan işaretler var.

Türkiye'de kimse Ordu'nun düşmanı değil. Orduyu yıpratıcı tartışmaların içine çeken temel sebep, askerin siyasete gereksiz müdahaleleri. Siyasetin en doğal kuralı: Siyaset yapan eleştirilir. Şayet bir siyasî görüşün temsilcisi gibi tavır alırsanız karşınızda siyasî muhalifler yaratırsınız. Basına uygulanan sınırlama bu yanlı tutumun bir işareti idi. Akreditasyon sınırlarının genişletilmesi bu siyasî yükü azalttığı için önemli bir gelişme oldu.

Türkiye'de askerî alanda gerçekleşmesi gereken zihniyet devriminin iki temel alanı var. Birincisi terör sorunu. Başbuğ, önceki komutanlar gibi terörle mücadeleyi merkeze alıyor ve bu mücadelenin sosyal, ekonomik, siyasî ve uluslararası boyutlarda da ele alınması gerektiğini söylüyor. Bu bakış meslekî bir perspektifin eseridir ve sonuçların sebep olduğu hipotezine dayanır. Halbuki Türkiye'nin bir sosyal-siyasal ve ekonomik sorunu merkeze alması, terörle mücadeleyi de ona göre şekillendirmesi lâzım. Bu bakış bir öncelik sıralaması yapmayı değil, yepyeni bir sebep-sonuç ilişkisi kurmayı gerektiriyor.

İkincisi Türkiye'deki sade ve insanî ihtiyaçları karşılayan dindarlığın bir sorun olmaktan çıkartılması, din sorunu üzerinden ordunun yıpratılmasının önüne geçilmesi. Burada çok ciddi bir enerji israfı var. "Ordunun laikliğin bekçisi olması" iddiası, maymuncuk gibi her kapıyı açan bu anahtar vasıtasıyla askerin siyasete süreklilik kazanan müdahalesi olarak anlaşılıyor. Üstelik bu iddianın dayandığı varsayım rahatsız edici. Ordu laikliği kime karşı koruyor? Sonuçta bu iddiadan halkla karşı karşıya bir ordu imajı çıkıyor.

Başbuğ'un devir-teslim töreninde yaptığı konuşmada cemaatlere yönelttiği eleştirilere, Weber'i kaynak göstererek itiraz etmiştim. Genelkurmay Başkanı basın-yayın kuruluşlarıyla yaptığı toplantıda cemaatler hakkında Weber üzerinden saatlerce konuşmanın çözüm olmadığını söylüyor. Cemaatlerin karşısına "sosyal devlet" prensibini yerleştiriyor. "Sosyal devlet ilkesinin uygulanmadığı yerde, cemaatleşmeye itiliyor insanlar" diyor. Başbuğ'un bahsettiği sosyal devlet hangi sosyal devlet? Malatya'ya gelen öğrencilerin tamamının yurt ihtiyacını karşılayabilecek güçte bir sosyal devlet nerede kaldı? Küreselleşmenin temel göstergelerinden biri refah devleti anlayışının yıkılışı değil mi?

Türkiye'de, özellikle Güneydoğu'da faaliyet gösteren Batılı STK'ların önemlice bir kısmının Hıristiyan cemaatlerin uzantısı olması nasıl peşinen misyonerlik faaliyeti anlamına gelmiyorsa, Türkiye'deki cemaatlerin hayır-hasenat duyguları ile üstlendikleri sosyal görevler de laiklik karşıtı işler değil. Öyle olsa bu cemaatler o kadar yaygın kitle desteği edinemezler. Neden biz yurtdışında devasa işler yürüten kendi cemaatlerimizi, aynı işi yapan Batılı STK'ların değil de devletimizin karşısına yerleştiriyoruz? Deniz Feneri olayında tartışıldığı gibi hayır-hasenat işlerinde istismar kapılarının kapanmasının yolu da cemaatlerin normal statülerde iş görmesi ve böylece denetlenebilmesi değil mi?

Türkiye'nin cemaatler konusunda uzun soluklu bir tartışmaya girişmesi ve bilinenleri gözden geçirmesi lâzım.
 

Kaynak: Zaman