"Kürt sorunu" Brüksel'den, Washington'dan, İsveç'ten değil, arzın birkaç büyük manevî merkezi olan Konya'dan, Hz. Mevlana'nın kalbinden geçilerek çözülür. Zulmün Türk'ü, Kürt'ü olmaz, zalimin de. Irkçılığın ve ulus-devlet'in yol açtığı bu sorun, samimiyetsiz, inandırıcı olmayan, içi boş bir siyaset retoriği ile zemininden çözülemez; daha adil, gerçek anlamda daha özgürlükçü, daha insanî öğretilerin içinden çözülür. Unutmayalım, işkencecinin de dini yoktur!
Bir Türk'ü, örneğin, 'PKK'yi bir terör örgütü olarak görüyor musunuz?' sorusuna, bir DTP milletvekilinin 'evet' dememesi neden çileden çıkarır? Bu, ulus-devlet'in yol açtığı sorunun önemli bir sırrını ele verir. Bunun bir başka yönünü, sanırım, Türk kimliğinin modern zamanlarda yaşadığı içerik değişikliği oluşturur. Ya da şöyle diyeyim: Bugün münhasıran Anadolu'ya sıkışmış, Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaygın bir coğrafyada (aynı zamanda irfani bir coğrafya bu, bir medeniyet coğrafyası) yaşayan çoğu kavmin ortak adı olarak kullanılan Türk kelimesi, milliyetçiliğin zehirli etkisinden sonra içerik değiştirmiş, bir 'ulus' adı olarak kullanılmaya başlamıştır. Kürtlerin, milliyetçi dalgadan etkilenmesine zemin hazırlayan ulus-devlet'in etnik vurgusu, bugün 'Kürt sorunu' denilen kanserin de besleyici kökenini oluşturmaktadır. Kürtlerin, 'Cumhuriyet'in başına getirilen 'Türkiye' kelimesinin getirilmesine yönelik itirazları da, kurucu ideolojinin etnik göndermesinden kaynaklanmaktadır. Buna bir de Türk modernleşmesinin sekülarist boyutuna itiraz eden Kürt alimlerine yönelik kıyıcı tutum eklenmiş, tümüyle dini hassasiyetlerinden hareket eden Şeyh Said gibi alimler sonraki süreçte, bir 'Kürt ayaklanmacısı', bir 'ırkçı' olarak nitelenmiştir. Bu düşüncenin bugün dindar Kürtler arasında da yaygın oluşu düşündürücüdür.
FRENK İLLETİNDEN KURTULMAK İÇİN...
Keza, Türkler, "biz bu toprakların asli sahibiyiz. Şu kadar bin yıllık bir tarihimiz, geçmişimiz var, bir medeniyet hafızası ve birikimine sahibiz, tabii ki, bu topraklarda 'Türkiye' ön ekli bir 'Cumhuriyet' olacaktı(r), üstelik Kürtler, dağ Türkleridir, karda yürürken çıkan ayak seslerinden,'kart kurt'tan Kürt adı çıkmıştır" demeyi sürdürdükçe; kavmiyetçi ve dolayısıyla ötekileştirici bir eğilim kendisini devam ettirdikçe, Batılıların 'Kürt sorunu' diye adlandırdığı bu mesele ülkeye kan kaybettirmeyi sürdürecektir. Burada, bizim, insanın ebeveynini belirleme hakkı olmadığından hareketle, 'Biz sizi kabile kabile kavim kavim yarattık, ta ki birbirinizi tanıyasınız, bilesiniz, sevesiniz' ilkesinde buluşabileceğimiz vurgusu, ne 'Kürt sorunu'nu örtmeye yöneliktir ne de, Yunus'un, 'gelin tanış olalım' çağrısına haksız olarak getirilen 'hümanist' ve 'milli birlik ve beraberlik' yorumundaki gibi içi boş ve işlevsizdir. Ülkemizin seçkin düşünürlerinden Abdurrahman Arslan bir konuşmasında vurguladığı gibi, 'Müslümanlar ister Türk, Kürt, Arap isterse Çerkes ya da Laz olsun; kendilerini ulusal kimlikle kolayca adlandırabileceklerini düşünüyorlarsa bilsinler ki bu kimliklendirme ahirette işe yaramayacaktır.' Tabii sorun, bu evrensel ilkeyi vaz etmekle bitmiyor. Kurucu ideolojinin bir 'ulus'a gönderme yapıyor olması, milliyetçilikten nasiplenmiş Kürtlerin köktenci itirazına hedef oluyor. Kırılma noktası olarak burayı aldığımız zaman, bugün devletin 'Türk' vurgusunun gözden geçirilmesi gerektiği aşikar. Hele bunun, Kürtlerin anadillerini özgürce kullanamamalarına yol açmış olması üzerinde daha çok düşünülmesi gerektiğini ima ediyor. Sorun sadece dille sınırlı değil. PKK'nin de tersten beslediği ve çürüttüğü sorunun, Türklerle Kürtler arasında gittikçe derinleşen bir gerilim oluşturduğu ortada. Bir örnek aklıma geliyor: Kendisi sıkı bir siyaset bilimci, son derece samimi, dindar, birikimli, yetkin bir öğretim üyesi olan bir arkadaşım, Egeli bir Türk kızıyla evlenme girişiminde bulunduğunda, 'ya adam çok iyi, temiz, dindar, işi gücü var, üniversite hocası ama Kürt'müş' dendiğini söylemişti.
Dini duyarlıkları güçlü olan insanların zihninde de Kürt, gerçekten Zencileşmiş, yoğun biçimde ötekileş(tiril)miştir. Bu, birbirini karşılıklı besleyen bir süreç olarak, Fransız aydınlanmasının ve milliyetçilik hareketlerinin, buna bağlı bir süreç olarak ulus-devlet'in önümüze getirdiği bir hastalıktır. Bediüzzaman, 'Fransız ihtilal-i kebiri bize düstur-ı hareket olamaz' demişti ve milliyetçiliği, 'Frenk illeti' olarak nitelemişti. Burada asıl üzerinde düşünülmesi gereken çelişki şudur: 'Kürt sorunu'nun taşıyıcı örgüt ve aktörleri ve Kürt olmayıp soruna ilişkin kafa yoranların çoğu, geçen yüzyılın sonlarında İmparatorluğun parçalanmasına, ulus-devlet'in doğmasına, yerel ve milli kimliklerin mahvına yol açan ve her anlamda çürütücü bir etkisi olan milliyetçilik rüzgârlarının estiği yere, Batı'ya, Batılı paradigmalara yönelerek bu meselenin çözümünü aramaktadırlar.
Sel Yayıncılık'tan çıkan ve Türkiye'de yaşanmış işkence olaylarını konu alan, "40 Gözaltı Öyküsü ve Diğerleri" adlı kitabımı yazarken, gece düşlerime giren kâbusları unutamıyorum. Diyarbakır, Mardin, Hakkari, Şırnak, Batman, Tunceli, Siirt gibi illerde, aile bireylerinden biri PKK ile ilişki kurunca ailenin tümü gözaltına alınıyor ve ağır işkencelerden geçiriliyor. Yetmiş yaşındaki adamın gözleri önünde oğlu panzerle eziliyor. Genç kadına, ağabeyinin ve kocasının da bulunduğu hücrede tecavüz ediliyor. İnsanlara dışkı yediriliyor. Bunun gibi kırk öyküyü yazarken insanlığımdan utandım. İnsan Hakları Derneği'nin ve Vakfının her yıl yayınladığı İnsan Hakları raporlarına, işkence, kovuşturmaya uğrayanların yaşadığı ruhsal sorunların terapi süreçlerini belgeleyen raporlara bakmak yeterli. Peki devletin içine çöreklenmiş, Tamer Korkmaz'ın Ankara Washington Hattı kitabında ABD'nin derin ve karanlık örgütleriyle temasta olan çeşitli çetelerin veya Jitem, Emniyet, Özel Harekat veya başka bir birimde vazife yapan bir görevlinin, bir Kürt kardeşine bunca şiddetli öfke duymasının nedenlerini nerede aramalı?
"Kürt sorunu"nun çözüm adresi, Türk yerine Kürt kimliğini esas alacak olan bir başka ulus-devlet, PKK ve diğer Marksist, Stalinist, Leninist, ırkçı örgütler değil, Kürtlerin büyük bilgesi Mele Ahmed-i Hani, Mele Cezeri, Abdurrahman Taği, Seyyid Sıbğatullah hazretleridir. 'Gelin tanış olalım' çağrısını yapan Derviş Yunus'tur, Anadolu'nun manevi merkezlerinden Doğu'nun Batı'nın büyük bilgesi İbn Arabi'dir, bilgelerin sultanı Bediüzzaman'dır. Onların eserleri, halleri, muhabbet, adalet ve merhamete dayalı öğretileridir. "Kürt sorunu" Brüksel'den, Washington'dan, İsveç'ten değil, arzın birkaç büyük manevi merkezi olan Konya'dan, Hz. Mevlana'nın kalbinden geçilerek çözülür. Zulmün Türk'ü, Kürt'ü olmaz, zalimin de. Irkçılığın ve ulus-devlet'in yol açtığı bu sorun, samimiyetsiz, dilde kalan, inandırıcı olmayan, içi boş bir siyaset retoriği ile zemininden çözülemez; daha adil, gerçek anlamda daha özgürlükçü, daha insani, daha merhametli, şefkatli ve kardeşliğe dayalı öğretilerin içinden çözülür. Unutmayalım, işkencecinin de dini yoktur!
ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR ANAYASA İHTİYACI
Bu düşüncenin 'İslam milliyetçiliği' ile de ilgisi yoktur. İşkencenin ortadan kalkması, sadece anayasal ve yasal tedbir ve müeyyidelerle değil (tabii ki bunlar mutlaka gerçekleştirilmeli, özgürlükçü bir anayasa kesinkes yapılmalıdır) insanın çürüdüğü yerden, onu yeniden diriltecek manevi ve irfani bir solukla mümkündür. Bu çürümenin, Türk-Kürt gerilimini beslediğini görmezden gelmek, Kürtleri şizofrenik bir ideolojiye, suçladıklarından daha despotik birilerine teslim etmek, onlara yapılacak en büyük zulüm olacaktır. Anayasal düzenlemelerin veya yeni Anayasa'nın hazırlanış sürecinde, bu sorunun dikkate alınması zorunluluktur.
Bediüzzaman'ın uyarısını tekrarlıyorum: "Şimdi en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve yabancıların baskısı altında ezilen İslamî kabile ve unsurlar içinde, milliyet fikriyle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman saymak öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle Şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya Güney'deki dindaşlara düşmanlık besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, o Güney'deki topluluklar içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Güney'den gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara düşmanlık ise, dolayısıyla İslâmiyet'e, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı düşmanlık ise, bütün bu vatandaşların dünya ve ahiret hayatına bir nevi adâvettir. Hamiyet namına içtimai hayata hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, ahmaklıktır."
Kaynak: Zaman