Cesetler çıkarılsın mı, bir kez daha ve topluca unutulmayı mı terkedilsinler yoksa...
Aslında hiç unutulmadı onlar, sadece genel büyük bir başlık altında hatırlanmaktalar: Faili meçhul cinayetler.
Tek tek de hatırlanıyorlar elbet, farklı biçimlerde de olsa. Evlerde sabah akşam yoklukları duyuluyor. Muhtemelen öldürüldüklerine dair söylentilere, fısıltıyla kulaklarına erişen ya da isimsiz telefonlarla iletilen bilgilere itibar etmek istemiyor eşler, evlatlar, ana-babalar. Cesedi ele geçirilmedi ya, pekâlâ bir akşam gelip kapıyı çalabilir.
Kuyular açıldığında, yitip giden yakınının günün birinde döneceği inancına sıkı sıkı tutunan insanlar kan ağlayacak ve katillerin isimleri bir kez daha telaffuz edilecek.
Bu elbette zorluklarla dolu, fakat geleceğe ertelenemez bir yüzleşme olacak.
Türkiye'de son otuz yıl içinde onbeş bini aşkın hatta kimi iddialara göre yirmi bini bulan insan kanunen suç olarak tanımlanmaz olan suçlarla, yargısız infazın kurbanı edildiler. Kimilerinin cesedi bulundu, kimilerininki bulunmadı. Sanki yer yarıldı da yerin içine girdi kimileri. Ergenekon soruşturmaları sırasında ölüm tarlalarından, faili meçhullerin gömülü olduğu kuyulardan söz edilmeye başlandı. Mahir Kaynak, yeraltındaki cesetlerle ilgili gerçeklerin üzerine gidilmesi durumunda ciddi bir faturayla karşılaşılacağını önü sürüyor. Binlerce cesetin paylaştığı anonim mezarın kurcalanması memleketin hayrına olmayacak; Kaynak böyle düşünüyor. Bir büyük yalanla yanyana huzur içinde yaşamak mümkün olabilirmiş gibi... Muhtemelen halihazırda ansızın kaybolan bu insanların yolunu gözlemeye devam ediyor birileri ve bir gece ya da bir sabah çıkıp geleceklerinin hayalini kuruyor.
Kaç insan bir sabah evinden ya da bir akşam bürosundan çıktı da geri dönmedi... Niceleri, tarlasından, dükkanından alınıp da adresi bilinmeyen karanlık mekânlarda kayıplara karıştı.. Ne çok anne senelerce dönmeyen evladının yolunu gözledi ve ne çok çocuk da babasız kaldı...
Hangi evlerde yıllardır bitmeyen yasla başlanıyor yeni günlere ve hiç bir seher ışığı ya da gün batımı bir güzellik sunamıyor, bayramlar neşeli buluşmalara dönüşemiyor, akibeti meçhul kayıp evlat yüzünden...
Nice ayakkabılar, giysiler, dolaplarda bekletilmekte... Ola ki sahipleri dönebilir. Öldüklerine ilişkin kesin bir bilgi yok.
Hangi kitaplar, gazeteler, ait oldukları düzen içinde sonsuzca bir belirsizliğe gömüldüler... Mektuplar cevapsız kaldı, randevular gerçekleşmedi, nişan yüzükleri takılmadı, posta kutuları iptal edildi, e-mail adreslerinde yığıldı mesajlar.
Kimin hangi sebeple kaybolduğu belirsiz. Yüzü görünmeyen bir yetkili ya da kendini yetkili ilân eden kişi, karanlıkların imparatoru olarak kurulduğu tahtında isimlerini bildiriyor. Bazen isim bile bildirilmiyor. Bir ölü rastgele seçiliyor, korkuyu, paniği sıradan insanlar seviyesinde de hâkim kılmak amacıyla...
Yakılan köylerin yüreklerde bıraktığı yanık yaralarının duyurduğu acıyla bütünleşiyor olmalı, gidip de dönmeyene ilişkin acı.
Levent Ersöz, Ergenekon'un üst seviyede yöneticilerinden olduğu ifade edilen subaylardan biri. Fotoğrafına bakıyorum. Bir subaydan ziyade içine dönük dahi bilim adamlarına benziyor. Hakkında öne sürülen iddialar geliyor aklıma, kuyulara atılan, ıssız arazilere gömülen cesetler geliyor. Sonra da kalbindeki rahatsızlığı düşünerek, acaba, diyorum, fazla mı üzerine gidildi Ersöz'ün...
Demokrasilerde kanun önünde herkesin eşit olduğunu öğreniriz, ilkokul sıralarından itibaren.
Öyleyse, suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar; her insan masum ve saygın bir vatandaş muamelesini hak ediyor demektir.
Yargılanma süreci tamamlanmadan her insan masum sayılmalıdır, bu ilkenin değerine inanıyorum. Bu arada Ersöz'ün avukatının sesi ulaşıyor kulağıma: "Terörle 30 yıl mücadele etmiş bir kişinin teröristlikle suçlanması mantığa aykırıdır, müvekkilim suçsuzdur!"
Ersöz terörle 30 yıl mücadele etmiş belki, ama verimsiz bir mücadele olmuş bu. Ersöz ve arkadaşları terörü ortadan kaldıracak doğrultuda değil de artıracak şekilde yürütmüş olmalı ki bu mücadeleyi, terör olayları bitmek bilmediği gibi artmış bulunuyor bu otuz yıl içinde. Ersöz'ü ve yandaşlarını niye takdir etmemiz gerekiyor öyleyse?
Bu ülkede sosyal ve ekonomik programlarla çözümlenebilecek bir mesele, Kürt ya da Güneydoğu meselesi otuz yıl içinde giderek içinden çıkılması güçleşen, sayısız isimsiz ceseti içine çeken bir batağa dönüştü.
Her ölü yeni ölüleri çağırdı yanına, her faili meçhul yeni ölümlerin haberini verdi.
"Geleceğiniz için bunları bilin, ama çıkarmayın", diyor Mahir Kaynak. Bu nasıl mümkün olabilir? Gelecek kuşaklara yürekten yükselen ah seslerinin yankılarıyla malûl bir mirası bırakmanın iyiliğinden nasıl söz edilebilir ki...
Ölüm kuyularını olduğu gibi bırakmak, bugünün umutlarını geleceğin yasına dönüştürmek demek.
Sevilen kişi, mesela bir oğul birdenbire yok olmuşsa, ona ölümü yakıştırmazsınız. Günün birinde dönüp geleceğini düşünürsünüz. Bu nedenle de hayatınız bir bakıma onun kaybolup gittiği güne asılı olarak sürer. Yani geçmişte...
Ölüm kuyularını geleceğe terketmek, bu ülkenin geleceğini bir yanıyla geçmişe asılı olarak dondurmak anlamına gelecektir.
Faili meçhullerle, ölüm kuyuları ve tarlalarıyla ilgili davaların sonuna kadar üzerine gidilmesi, bu cinayetlerin kurbanları kadar, onların büyük bir boşluğun etrafında beklemeye dönük bir hayat sürdüren yakınlarına karşı da, yargının tarihi bir ödevidir.