I-Bir arkadaşım var, bazen konuğu olduğum Süreyyapaşa Sanatoryumu ormanına ve adalara hâkim, bodur ağaçlarla süslü terasında geç saatlere kadar oturuyor geceleri, denize, yakamozlara değil de hemen ileride ışıkları görünen hareket halindeki otobüs garına bakarak hayaller kuruyor. Yola çıkan otobüslerden birine atlayarak gitmek istiyor, hazırlıksız plansız, bilmediği bir adrese doğru ve belki çok kısa bir molanın ardından geri dönmek üzere… Çünkü asıl istediği sadece gitmek, yol halini yaşamak ve yerleşik hayata ilişkin rutin görevlerin bağlamından uzaklaşırken hafiflemesi mümkün zihniyle bir hayat muhasebesi yapmak.
Bir kadının yalnız başına yola çıkması “Barış Gelini” Bacca örneğinde kanlı, caydırıcı bir örnek olarak hatırlarımızda. Hümanist Bacca’nın aşırı iyi niyetle kana bulanan beyaz gelinlikli performansının masumiyetine vakıf olamayacak kadar vahşi cangıllara dönüşebiliyor karayolları.
Yalnız başına bir kadının zor yolları güvenlik içinde aşacağı dönemlerin haberini veren bir hadis var. Tarihi dönemler gibi coğrafyalar da karışıyor ve beşerin insanlığını kazanması konusunda umutlarını korusa da cahiliye işaretlerini fark ederek yola çıkmak düşüyor yolcuya.
Bütün yola çıkma sebepleri, bizlere dayatılan sınırların ve açıklamaların bir gün nihayet benliğimizi zehirlemeye başladığını duyuyor olmamızdan ileri geliyor. Kök salmaya çalışıyoruz, bir sürü sebeple, yaza da kışa da yetecek kadar, ambarları kilerleri dolduracak bir hasatla ve nihayet o kadar bağlanıyoruz ki bulunduğumuz yere, bitkisel bir hayat sürdürdüğümüz hissi doğuruyor köksaplarımızın çekimi.
II-Hümeyra Ökten, hepimizin uzaktan tanıyor bile olsak “doktor ablası”, adeta yürüyerek hac yollarına düşen şaşırtıcı bir kadın, çağdaş bir Rabia.
Hayatının elli küsur yılını İstanbul-Medine arasında, senede en az iki defa gidip gelerek geçiriyor. “Burada tek başına sınırlar geçen, çöller aşan bir Hümeyra Hanımla karşılaşmaktayız. Bizim bugün bile anlamakta zorlandığımız bu durumun, çok erken dönemde dindar bir kadının gündelik hayatı olması oldukça önemlidir. Burada hem sünnet üzere davranan Müslüman toplumları hem de bireyleri görmekteyiz. Kadının tek başına seyahatini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmesine imkan tanıyan dinin rolü karşımıza çıkarken, benzer durumları müjdeleyen hadis belleklerden hayata dahil olur. Ayrıca yeni toplum yapısının kadın özgürlüğü ve hareket alanının genişlemesine katkısı da yadsınamaz. Bu anlamda cumhuriyetin kabul ettiği ve desteklediği kadın özgürlüğü birey tercihleri veya zorunluluklar bağlamında farklı alanlarda seyretmiştir diyebiliriz” diye yazıyor Nevin Meriç, Ökten’le yaptığı nehir söyleşi kitabının önsözünde. (Dindar Bir Doktor Hanım, Timaş; 2011)
Dini sadakatleri nedeniyle yollara düşen kızlar, Cumhuriyet’in “Ulusal Kadın Modeli”nin zapturapt altına alamadığı bir varlığın çarpıcı temsili olmaya devam ediyorlar.
Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin kızları, Emine, Hilal, Zehra, Cahide, Mücahide Esra, Büşra, Elif, Esma; birikim ve mizahlarını kattıkları dergileri Sivrisinek’in tanıklığıyla, Başçarşı mekânlarına yayılan sohbet cümleleriyle kendilerinden izler bırakarak şehre katılıyorlar. Dar zamanlarında onlara kol kanat geren şehirden ayrılma zamanı yaklaşırken gurbete çıkmaya hazırlanan yolcunun kederine kapıldıklarını anlattılar bana, öğrenci yurdundaki gece oturmalarından birinde. Saraybosna çoktandır rüzgârın savurduğu belde değil, nihayet ayrılmak zorunda kalacakları ikinci vatan.
Yolculuk içinde yolculuk; psikoloji okurken mimarlık, bilgisayar bilimleri okurken görsel sanatlar ve iletişim tasarımı okumaya geçenler var aralarında.. Geri dönmeye hazırlanırken şehrin köksaplarının yayıldığı köşeleri de yanlarında taşıyacaklar, bu, her neye mal olursa olsun.
III- Jean-Luc Nancy’nin kitabı (Gitmek/Yola Çıkış; Monokl) sadece 67 sayfaydı, Tahran’a gelirken uçakta bitirdim, iki yanlı rötar sayesinde. Her şey bir tarafa, “patates” imgesini anlatmalıyım: İnsanın patates gibi kökü yok, ama güvenlik adına bu olsun istiyor Nancy’ye göre. Bütün bir ömür neredeyse toprakla katışık bir patatese dönüşmek için çabalayarak geçiyor. Kök arzulamak, kökleşmeye kendini vermek (adeta toprak altında, klorofobilsiz) asgari bir bilinçle yaşamaya zorluyor. Nihayet kendi haline bırakıldığında küflenmeye başlıyor patates, durduğu yerde.
Toprağa sabitlenmiş bitkiden, mesela patatesten farklı birşey olma riskini göze aldırtan, bağlılıklarını sorgulayarak gelişmeye açan manevi seyri sefer.
Zira sürekli hareket halinde olmak, bir ülkeden diğerine, ille de yumrularını çoğaltan patates varlığından kurtulmak anlamına gelmeyebilir. Turizm sektörü açısından müşteri, zihninde patates çuvalları taşıdığı ölçüde velinimet: Daha rahat hayran olabilir, ölçüsüzce hayrete düşebilir.
Patates olmaktan kaçınırken kim üfleyince uçan beyaz tüylü, sarı çiçekli karahindibaya dönüşerek rüzgârın önünde savrulmayı ister ki...
IV-“Kadınlar Dile Gelince” /Küçük Hanımefendi’nin Edebiyat Atölyesi, (Amargi, 2009) kadınları yazmaya sevk eden sebepler yanında bir mücadele vermeyi gerektiren yazma koşullarını da irdeleyen yazılardan oluşan bir “birlikte düşünme” çalışması. Tabii “Küçük Hanımefendi”, ironik bir adlandırma. Pınar Selek’in kitabın önsözündeki ifadesiyle: “...İşte bizim küçük hanımefendiler, dili sorgularken, hakikatin dilini ararken sadece kadınların değil, dışarıda kalmış olanların boğuk sesini dinlemiş ve yorumlamışlardır.”
Kadınlar küçük hanımefendi kabuğuna sığamadıkları, o sözde “nazenin” konum içinde muhafazaya rıza göstermedikleri için de yazmak istemezler mi... Rüya kadını olmaları beklenir önce, cisimsiz bir melek; ardından da reçel kaynatmadıkları, mantı kotarmadıkları için kınamalara maruz kalırlar… Fakat bu da yetmez, “trend” bunu gerektirdiğine göre, başörtüsü yasağının manialarını aşıp da tuttuğunu kopartan kamusal bayan niye olunamıyor…
Kitapta yer alan ilginç yazılardan biri, Figen Öcal imzalı: “Hayatları Roman Kadınlarda Gitme Arzusu, Gidememe Acısı ve Gitmiş Olma Halleri”. Kadınlar bazen zorunlu göçler yüzünden yazıyor, bazen de alıp başını gidememenin sebep olduğu zehirlenmeler yüzünden.
Yazma tutkusu ve mücadelesi kadınları “küçük hanımefendi” diye isimlendirilemeyecek bir duruş geliştirmeye zorluyor; gerektiğinde yalçın kayalar gibi dayanıklı olmalısınız. Bir kadın niye yazar, nasıl yazar, neyi yazar... Kadınlar yazamadılarsa ne yaptılar bunun yerine, yazmanın yerine konulabilir şey ancak ne olabilirdi...
Hafız Rüknabad suyunun akışına dalarak yazdı gazellerini, Emily Dickinson, Benoy Majumder, doğusundan ve batısından kendi avlusuna taşıdı dünyayı mısralarıyla.
Uzun yolun sonunda elde kalanın hesabı yapıldığında patates yığını sanılan bir define sandığı olarak mı görünüyor? Başka bağlamlar ve sahnelerin perspektifinden bakıldığında gözüpek yolcu, nihayet çıktığı noktaya geri dönmeyi istiyor; menkıbelerde kıssalarda olduğu gibi.