Gasp edilmiş adın peşinde

İslam her zaman mazlumların umut kaynağı olmayı sürdürecek şekilde yeniden ve yeniden kaynağından öğrenilmeli; çünkü insandan ve tarihten okumayı önemli bulsak da, açık ki insanlar değişir, medeniyetler yorulur. Burada medeniyeti genel geçer anlamda kullanıyorum. İslami anlamda medeniyet zaten açıklık kazanmış bir olgu ve insanlar/Müslümanlar her seferinde onun yeniden keşfiyle mesul. İslamcılık da zaten bu yeniden keşif sürecinin adı.

Mekke’de olduğu gibi aşağılanan kölelerin, emeği sömürülen kesimlerin, ancak yüksek sınıfa mensupsa adam yerine konulması muhtemel kadınların yeni bir insanlık bilinciyle hayata başlamasını mümkün kılan bir din, bir öğreti İslam. Bu dinin doğduğu sahnede aynı zamanda Hazreti Muhammed’i (sav) servetiyle ve inancıyla desteklemiş bir Hatice, mağaradakilerin ikincisi olan bir Ebubekir gerçekliği var.

Yüzlerce yıl sonra cahili yargıların hâlâ hükmünü yürütmeye çalıştığı söylenebilir. Kadınlar yine sessiz hareketsiz ve “kurtarılması gereken” bir kütle olarak görülür oldular. Sessiz yığınlar izbe atölyelerde ucuza mal olmuş pahalı zevklerin kurbanı olmayı sürdürüyor. Kölelerin özgürleştirilmesi süreci de geri tepmiş görünüyor. İslam’ın medeni değerleri yeni bedevilerin hırsı karşısında çok gerçek dışı sayılarak paranteze alınıyor. Evsizler, muhacirler, taşeron işçileri, ikide bir öngörülebilecek bir faciayla kurban veren maden ocakları... Alternatif olmadığına inanmamız bekleniyor. Faiz belasından nasıl kurtulacağımızı düşünmeyi Karatani’ye bırakmış gibiyiz.

İslamcılığın Müslümanların kendi dönemlerinin sorunları ve talepleri üzerine düşünmeye sevk eden bir birikimle ilgili yapıcı bir dalga olduğunu düşünürüm. Bu anlamda gelimli ve gidimlidir. “Öldü” diye adlandırılan, konjonktürel dalganın zamanının hatırlatmalarını yaptıktan sonra bir özeleştiri ve yeni anlama çabası için geri çekilmesidir. “İslamcılığın öldüğüne hiç inanmadım, tersine hep devam edecek.Her bitiş/sıkışma durumunda bir grup insan kalkarak hakkı taşıyacak” diye izah ediyordu Alev Erkilet, İDE’nin İslamcılık Konferansı’ndaki konuşmasında.

İDE (İstanbul Düşünce Evi) iki yıldır İslamcılık Konferansları düzenleyerek bu bağlamda öne çıkan soruları irdelemeye açıyor. Bu sene konferans uluslararası düzeyde ve “Arap Baharı Sonrası Dünyada İslamcılık” üst başlığıyla gerçekleşti.

Bu konferansın sunumlarında olduğu üzere İslamcılık etrafındaki farklı konuşma platformlarında her zaman dile gelen bir soru, “İslam” varken “İslamcılık” ifadesine niye ihtiyaç duyulduğu oluyor. Bir Müslüman niye kendini ayrıca “İslamcı” olarak adlandırma gereği duysun?

Yusuf Ekinci’nin “İslamcılığın Dönüşümü ve yeni Muhalif İslamcılıklar” ve İlknur Karanfil’in “Rakip İslâmcılıklar: Yeni İslâmcılık versus Anti-Kapitalist İslâmcılık” başlıklı sunumları yukarıda altını çizdiğim soru açısından ilginç açılımlar ortaya koyuyor. İslamcılığın peşinde olduğu adalete ilişkin duyarlık ve arayışlar, bu başlığın yerli yersiz kullanımlarından sıkılmış gibi yeni adlandırmalar halinde acil cevaplar arıyor kendine: “Antikapitalist Müslümanlar”, bunun bir örneği. Adalet yerine güç arayışı, İslamcılığın “yenilgi” olarak adlandırılan geri çekilişinin bir sebebi. Beytullah Emrah Önce “İslamcılığın Ölümü-İslamcılığın Dirimi” başlıklı sunumunda çeşitli sebeplerin yanı sıra adalet talebine dönük bu ihtiyacın sorularını da tartıştı.

Kadın meselelerinde aradan yıllar geçse de tekrar başlangıç noktasına dönüldüğü hissi, kimi genç kızları meselelerini “patriyarka” üzerinden feminist paradigmanın söylem ve normlarıyla sorgulamaya sevk ediyor.

“Dünya yok”, diye yazıyor Alain Badiou ve devam ediyor: “Bunun nedeni de basit: Gezegeninde yaşayanların çoğunluğunun bir addan, basit bir addan bile yoksun olmaları.” Bu adsızlaşmanın kendini doğrudan ifade yollarının iptaliyle doğrudan ilgisi var kuşkusuz.

Bir ada sahip olmak her şeyden önce kendi insanlık bilincini geliştirme sorumluluğuna sahip çıkmak anlamına geliyor. Bu dünyaya “atıldığımızı” değil “indirildiğimizi” (hubut) düşünüyorsak, bu bilinçle kavramak zorundayız adımızı. Ad bu anlamda kendi varlığında derinleşme selahiyetinin temsili.

Kim kimi ne kadar temsil ediyor, velayet nedir, vesayet niye talep edilir? Sebebi bazen aşkla bazen de nefretle açıklanan sınırsız vesayet, ötekinin yutulmasından, yani bir tür adsızlaştırmadan başka nedir ki... İslamcılık kadın ve erkek arasında güç dengeleri yüzünden kolaylıkla istismara düşen denklik kaybını sorgulamadan edemezdi. Dünyaya indirildiğimizde her şey bambaşkaydı, kuşku yok. Kimi araştırmacılar mağara duvarlarındaki resimlere kadın elinin değdiğini söylüyorlar. Hz. Fatıma’nın eli niye bereket sembolü olarak aramızda dolaşıyor?

Feyza Akınerdem’in yönettiği “Hayatın içinde sanat ve Müslüman Kadınlar” paneline “Mimaride kadın muhayyilesi neyi tamamlar?” sorusuna aradığım cevaplarla ve bu sırada ortaya çıkan yeni sorularla katıldım. Sanırım muhayyile ile elin işlerliği arasındaki bağın kopmadığı yerde –orası bir saray ya da mağara olsun, fark etmeksizin- kadın kendini ancak yuvasında hissediyor.

Hayal edebilmenin bu hayalleri somuta dökme teşebbüslerine imkân bulmakla da ilgisi var. Evinin yapımındaki payı kadın için öncelikle evliliğini nasıl kurduğu sorusunu getiriyor önümüze. Tecrübelerin çeşitli alanlarda kayda alınarak paylaşılmasının en etkili yolu elbette edebi ve sanatsal kurgular. Modern sanatın en zor ve etkili birimi olan sinemada Müslüman kadınların yönetmen olarak ortaya koydukları çabayı irdelerken panel arkadaşım Yıldız Ramazanoğlu’nun ortaya koyduğu gibi: Müslüman kadın yönetmenlerin elinde kamera yüreklere terk edilmiş ukdeyi deneme ve yanılmalarla açmaya çalışıyor. Mahrem üzerine yeniden düşünmeye zorlayan bir tecrübe bu. İranlı kadın yönetmenler devlet destekli çalışma alanında giderek kendi kamularını oluşturmayı başardı, ama acaba Suudi Arabistanlı bir kadın yönetmen nasıl çalışır, ne tür filmler yapar? Ad arayışı kameranın seçtiği sahneleri de belirliyor. Yıldız’ın filmleri üzerinden anlattığı Müslüman kökenli kadın yönetmenlerin çoğunluğunun evlilik yaralarını konu etmesi bir rastlantı olmasa gerek.

Müzisyen Rümeysa Çamdereli kişisel tecrübesi ve Filistin kökenli aktivist müzisyen Reem Kelani’nin tecrübeleri üzerinden Müslüman kadınların müzikle iştigali bağlamında yaşadığı güçlükleri konu aldı konuşmasında. Şov dünyasının kurallarına boyun eğmeden kendine özgü bir yol aramanın güçlüklerinden biri, tutkuyla benimsenen –hobiyi aşan- faaliyete dönük çirkin, caydırıcı adlandırmalar.

Gençlerdeki olağanın dışına çıktığı varsayılan farklı ad ve tanımlara dönük arayış çirkin adlandırmaları aşma ihtiyacından bağımsız görülebilir mi? Orada boşluklu bir alan var. Açık yüreklilikle konuşulmuyor, adeta kaçak güreşiliyor. “Şarkılarını dinliyorsunuz, ama onun kendine has sesini keşfetmesine izin vermeyebilirdiniz” diye yazmıştım bir yerde. Rümeysa’yı dinlerken bunu düşündüm.

En uç noktada tartışalım adlandırma ihtiyacını. “Hiç kimse” muamelesi gören, kendisini nasıl anlatmalı? Ahmad F. Yousif’in sunumunda irdelediği dini ifadelerle öne çıkan öfke, nasıl açıklanabilir ve yapıcı çözümlerle yol alabilir? Bizler en az üç yüz yıldır adlandırmalarımızı Batı akımları üzerinden gerçekleştiriyoruz. Sömürge olmuş topraklar kadar, işçi göçü de bir ad gaspının ne anlama geldiğini gösteren kanlı ve dehşet dolu tecrübeler biriktirdi. IŞİD’in Batı’da yaşayan Müslüman ve bazen de köken olarak Müslüman olmayan gençlere cazip gelmesi, sahici bir ad bulma umuduyla da açıklanabilir işte. Onlar kim, nereli, hangi ilkelere göre yaşayacak? Kendilerini özne gibi hissettirmeyen, adlarını şaibeli, hayat tarzlarını çirkin gösteren düzenin sebep olduğu çaresizlik hissiyle, bu düzeni yıkmaya çalışan yapıya yüksek anlamlar yüklüyorlar. Ütopya bir internet mesajıyla ayaklarına geliyor. Önemsendiklerini duyuyorlar. Fransa eski sömürgesinden gelen gençlere eşiti gibi davranmıyor. Kendi cezalandırma kurallarıyla “evrensel hukuk” kabullerini yalana dönüştüren Guantanamo’nun insanlık suçlarını kim yargılayacak? Amsterdam sokaklarının karanlığında siyah ten zanlı anlamına geliyor. Sadece ekmeğinin peşinde değil, adının peşinde de yola düşüyor insanlar. Saygısızlık, muhatap kabul etmeme, tanımama, fişleme, 2. sınıf vatandaş muamelesi öfkeleri biliyor. IŞİD entegrizme başka türlü bir ayrıştırma ile karşılık vererek benzeri bir tuzağa düşüyor. Başkasını cehennem olarak damgalıyor çünkü. Farklı adlandırmalarla –pozitivizmin yaptığı gibi- kültürleri ve toplumları birbirinden tecrit eden korkuları büyütüyor.

Gasp edilen adımızla ilgili sınırlar ve kayıtlar, adımlarımızı sınırlandırıyor. Bu sınırları benimsiyoruz bazen ve yanılgılarımızın bahanesi olarak yüceltiyoruz. Konferans konuşmasında İlhami Güler’in dile getirdiği gibi, dini yaşadığımız hayata uydurma konforunu mücadeleyle bir tutuyoruz. Cihangir İslam bu duraklama sebebini şöyle ifade etti: “Biz hem bu dünyada her istediğimizi yaşayalım hem de bu her yaşadığımız dini olsun istiyoruz.”

 

İslami kavramlar kullanılmakla birlikte bunların hayata yansımadığının örnekleri “Müslümancılık” olarak görünüyor kimilerine. Halil İbrahim Yenigün konuşmasında İslamcılık-Müslümancılık ayrımı üzerine durdu ve İslamcılığın İslâm'ın ideallerini öncelemesine karşılık “Müslüman asabiyesi veya milliyetçiliği” olarak tanımladığı “Müslümancılık” tutumunun adil olsun veya olmasın Müslümanların çıkarlarını kollamayı öncelediğini belirtti.

İslamcılığın Müslümanlığa layık olma arayışının sıfatı olduğu da söylenebilir. Kuşaklar İslam’ı kendi sorularıyla yeniden öğrenmenin yollarına düşüyor. İslam her zaman mazlumların umut kaynağı olmayı sürdürecek şekilde yeniden ve yeniden kaynağından öğrenilmeli, bir taraftan hayattan da öğrenilmesi sürerken; çünkü insandan ve tarihten okumayı önemli bulsak da, açık ki insanlar değişir, medeniyetler yorulur.