İran’da devrimin gerçekleştiği günlerde gerçekleşen bir festival var ki “Fecr” ya da “Şafakta On Gün” Festivali olarak biliniyor. Bu festivalin en önemli bölümü, sinema alanındadır. Yerli ve uluslararası planda ve çeşitli dallarda filmlerin yarıştığı, gösterime sunulduğu, yeni İran filmlerinin de vizyona girmeden önce sinemaseverlere göründüğü festival, yerli sinemacılar için yıllardır filmlerini yetiştirme telaşına düştükleri önemli bir zemin.
İran sinemasının gelişiminde, 1984 yılında kurulan Farabi kurumunun yol göstericiliği ve himayesinin büyük bir katkısı oldu. Farabi kurumu yeni bir sinemacılar topluluğunun gelişmesi ve üretimde bulunması için ortam ve imkân hazırlayan, fakat sinemacıları yönlendirmekten kaçınan, sinemanın bir propaganda aracı olmaması için de büyük özen gösteren bir kurum olarak sürdürdü faaliyetlerini uzun zaman.
Son birkaç yıl içinde kültür ve sanat alanında kendini hissettiren “muhafazakâr” kültür ve sanat anlayışı sinemayı da etkilemiş görünüyor. Bu yıllarda sinemanın başarılı yönetmenleri çalışmalarını sınırlandırırken, üretim “Farsi” diye isimlendirilen, içeriği ve sanat değeri tartışmaya açık, seyirci çekmeye dönük filmlere yoğunlaştı.
Bu yıl kimi başarılı yönetmenler, Haziran seçimleri sonrasındaki protesto için, 28. Fecr Film Festivali’ne katılmadılar. Bununla birlikte festival filmleri arasında kayda değer birkaç yapımın varlığından söz etmek mümkün görünüyor. Bunu, sinema dergilerindeki değerlendirmelere ve yönetmen arkadaşlarımla, özellikle de festivalin “hakikat ve adalet sineması” bölümünde jüri üyesi olarak bulunan değerli sinema eleştirmeni İhsan Kabil’le yaptığımız konuşmalara dayanarak söylüyorum. Sözünü ettiğim başarının “hakikat ve adalet sineması” bölümüne yoğunlaşması ise rastlantıdan uzak. Çünkü İran’da devlet tarafından en büyük desteği alan sinema, uzun yıllar “irfani” olarak isimlendirilmiş ve İran sinemasına başarılı pek çok yapım ve yönetmen kazandırmış olan bu sinema türüdür.
“Hakikat ve adalet sineması”, yeni bir adlandırma. Devrimin başından itibaren sırasıyla “devrimci ”, “dini”, “irfani” sinemalar ve giderek daha geniş bir kapsamı olması için “mânâ sineması” kapsamında değerlendirilen kategori, bu festivalde “hakikat ve adalet sineması” ismiyle sunuldu.
Bu yıl “hakikat ve adalet sineması” alanında büyük ödülü kazanan film, bir Finlandiya yapımı, yönetmenliğini Klaus Harö’nün yaptığı “Peder Jakob’a Mektuplar” oldu. Hapisten afla çıkan bir mahkum olan Leyla, kırsal kesimde yaşayan kör bir rahip olan Jakob’un yanında asistan olarak çalışmaya başlar. İşi, Jakob’a, kendisinden yardım isteyen kişiler tarafından yazılan mektupları okumaktır. Bu iş, sert bir mizacı olan ve genellikle kendi merkezli yaşayan Leyla’ya çok zor gelir. İşten ayrılmaya karar verdiği sırada, postacı artık mektup getirmez olur. Çok önem verdiği, kendisine yaşama gücü kazandıran mektupların kesilmesi rahibi sarsar. Beklenmedik gelişmelerle tamamen farklı olan iki hayat birbirine karışır ve yardım edenle yardım arayanın rolleri değişir.
İhsan Kabil’in bu bölümde yarışan filmler arasında en çok beğendiği yabancı filmlerden biri, bir Güney Kore filmi, Lee Hae-Jun’un ( ismi Türkçe’ye “Bay Kim’in Avare Günleri” şeklinde çevrilmiş olan ama “Aya Sürülmüş” olarak da ifade edilebilecek) Castaway on the Moon’u, bana da çok ilginç gelen, antimodernist bir film.
Bay Kim’in Avare Günleri, kredi kartı borcunu ödeyemeyince canına kıymak için kendini köprüden atan bir genç olan Kim’in serüvenini anlatıyor. Dalga onu sürükleyip yakınlardaki bir adanın kıyılarına atıyor. Karşı kıyıda bir apartmanın üst katlarında yaşayan münzevi bir genç kız onu teleskopla izliyor. Bir mesaj yazıp şişe içinde denize fırlatıyor, ona ulaşmasını umarak. Şişe gencin eline ulaşıyor; masallarda olduğu gibi. Genç adam ekip biçerek adada hayata tutunmaya çalışıyor. Bu tutunma çabası da ona yeni bir hayat görüşü (ve coşkusu) kazandırıyor. Çöpleri çöp olarak görmemeye başlıyor mesela. Kumsala büyük harflerle yazılar yazarak apartmanın tepesindeki kıza mesajlar gönderiyor. Kız da onu uzaktan teleskopla izlemeye, şişeyle mesaj göndermeye devam ediyor.
Benzeri bir masalsı anlatım, Muhammed Ali Ahenger’in “Rüyalarda Görüşme” isimli filminde de mevcut. Başarılı bir yönetmen olan Ahenger, 26. Fecr Film Festivali’nde de “Toprağın Çocuğu” isimli filmiyle beğeni toplamıştı.
Rüyalarda Görüşme’nin konusu çok tanıdık. Oğullarının İran-Irak savaşı sırasında şehit olduğunu zanneden bir aile, yıllar sonra onun Irak’ta esir olduğunu ve geri dönmeye hazırlandığını öğrenir. Oysa oğullarının şehit olduğuna inanan aile, dul kalan gelinlerini küçük oğullarıyla evlendirmişlerdir. Ağabeyisinin dul karısıyla aynı evde yaşamasının mahallede hoş karşılanmadığını öne süren büyükleri, küçük oğullarını bu evliliğe mecbur etmişlerdir. Yılların ardından, ağabeyinin sağ olduğunu ve geri dönmeye hazırlandığını öğrenen küçük oğul büyüklerden hesap sorar. Şeri hukuka göre gelin, ilk kocasının sağ olduğu ortaya çıktığı için, ikinci kocasından boşanmış sayılacaktır. Fakat gelinin ikinci oğuldan da bir çocuğu dünyaya gelmiştir ve bu karmaşık ilişkinin düğümü matematiksel bir hesapla çözülemeyecektir.
Fecr Film Festivali’nin “Hakikat ve Adalet Sineması” başlığı altında yeniden düzenlenen bölümünde yer alan filmlerin ağırlıklı olarak geçmişte “irfani” olarak isimlendirilmiş yapımlardan oluştuğu görülüyor. Avrupa ülkelerinden festivale katılan filmlerin hikayelerinin bir mucize beklentisine ya da algısına ve masalsı anlatılara yoğunlaşmış olması ilginç. İnsan tek boyutlu olmaya dayanamıyor ve varlığına deruni boyutlar kazandırabilecek hikayelerin, sahnelerin peşinde koşuyor. Mânâ arayışı, masalsı anlatılara itibar kazandırıyor.
Henüz “ irfani sinema“nın çağrıştırdığı bir alanda seyrediyor “hakikat ve adalet sineması“. Tanımların isimlendirilmesi konusunda yaşanan güçlük sürmekle birlikte, bu başlığın İran sinemasının dünya sinemaları arasında seçkin bir yer edinmesini sağlayan “hayatın sıradan görünen mucizelerine ışık tutma“ olarak ifade edilebilecek boyutunun altını çizdiğini söylemek mümkün görünüyor.