Farklılıklarımıza dair


 
'Farklılık" ve "çeşitlilik" kelimesi günümüzün en çekici kavram çifti olarak temayüz ediyor. Bu etki, kültürel ve politik alanlarda alabildiğine yoğun bir şekilde izlenebilir. Süreci estetize etmek adına kültür üreticileri arasında bir yarış göze çarpıyor.  
  
Mesela "çok renklilik", "mozaik", "ebru" türünden benzetmelere açılan bir nevzuhur edebiyat türemiş durumda. "Farklılıklar" insanın doğaya ilişkin bilgilenmesinin asgari gerekliliğini oluşturur. İsimlendirmeler ve sınıflandırmalar yaparak doğa ve dünyaya ilişkin bilgilerimizi düzenler, bir farkındalık geliştiririz. Farkındalık parçaları tanıtır bize. Aristo'nun antik dünyada başarmaya çalıştığı ve büyük ölçüde de başardığı bir iştir bu. Farklılıklar fiziki çevreye ya da tabiata ilişkin kaldığında bir sorun yoktur. Bütün mesele farklılıkların beşeri-kültürel meseleler üzerinden sürdürülmesidir.

Önce şuna bakalım: Farklılık her zaman istenen bir şey midir acaba? Buna evet demek hayli zor. Özellikle topluluk düzeyinde ve dışarıdan bir tehdit algılaması ve bunun karşılığında bir "güven" ihtiyacı söz konusu olduğunda benzerlerimizi ararız. Bu durumda, aşina olduklarımızla bir arada olmaya özen gösterme eğilimimiz depreşip; toplulukçu (komüniteryen) tercihlerimiz belirleyici bir hale gelebilir. Aynı bağlamda, topluluk bağlarını temsil eden müesses dünyaya olan bağımlılığımızda da bir artış görülür. Topluluk bağları, yakınlıklar üzerinden kurulan bağlara dayanır. "Yakınlık" ya da "benzerlik", "aynılık" değildir. Her yakınlıkta ya da benzerlikte benzemezlik ve farklılık potansiyeli vardır. Ama "güven" duyguları baskın geldiğinde bunların üzerine gidilmez, hatta bunlar yok sayılır.

Tehdit algılamaları azaldığında ise topluluk içinde farklılıkların daha fazla gündeme gelebileceğini söyleyebiliriz. Bu durumda, en hafifinden, "birileri", bize benzemek ya da benzetilmek suretiyle ontolojik bir rahatsızlık vermeye başlar ve kendi varlığımızın farkına varmamızı zora sokar. Mevcut tehlike farklılık duygularımızı keskinleştirebilir. Bunun için de benzerlerimizi "mesafeleştirmemiz" ya da daha bildik karşılığıyla "öteki" kılmamız kaçınılmaz hale gelir. Farklı olmak bireysel düzlemde görülen, başka bir ifadeyle bireyselleşmenin kültür tarihi içinde değerlendirilmesi gereken bir insanlık durumu. Esas itibarıyla insanın hemcinsleri ile birlikte yaşama zorunluluğu kapsamında yaşadığı sıkıntıları telafi etmesinin bir yolu olarak tezahür eder. Burada insan tekleriyle topluluk arasındaki gerilimler yatar. Buna müesses hayatın koyduğu ağır yükümlülükler de eklemlenir. Birey, farklı olan ve farklılaşması gereken bir zatiyet olarak algılanır. Özgürlük, bireyselleşmenin, farklılaşmanın başat aracı olarak görülür. Kadim dünyada farklılıklar ağırlıklı olarak belli bir prestij-statü ağı içinde ortaya çıkar. Bunun da en bildik örneği aristokrasidir. Farklılıklar statü ve prestij ile ilişkilendirildiğinde, veridir. Yani insanların praksisi sonucu elde edilmiş değil, Tanrı vergisi olarak verilmiştir. Burada bir seçilmişlik düşüncesi yatar. İnsanlar statü ve prestij ilişkilerine doğar. Burada kimin payına ne düşerse onunla yetinmek durumundadır.

Farklılaşma bağımlılık mı getiriyor?

Burjuva kültür dünyası farklılıkların "önceden" edinilmiş ve imtiyazlara dönüşmüş haline itiraz etmiştir. Burjuva entelektüelleri, farklılıkların, insanların sonradan edineceği; yani eylemlerinin sonucunda hak edecekleri bir kazanım olmasını ve ayrıcalıklara dönüştürülmemesi gerektiği tezini işlemişlerdir. Mesela klasik liberal tez, tam da bu yaklaşımı ortaya koyar. Öte yandan, farklılığın eşitliği bozucu bir yanı olduğu muhakkaktır. O nedenle, liberallerin gözünde aynılaşmayı okşayan eşitlik şüphe ile karşılanır ve özgürlük, bir bakıma eşitliğin muhtemel öğütücü etkilerini giderebilecek yegane değer olarak yüceltilir. Kurgu şudur: "Kendimi gerçekleştirmek adına farklı olmalıyım. O halde; farklı olabilmemi tehdit eden iki zatiyet; topluluk ve devlet karşısında özgürleşmeliyim". Klasik liberal düşünürler, topluluk ve müesses dünyanın baskılarından kurtarılması gerektiğini; bunun da ancak siyasi-hukuki bir çerçeveye oturtulmuş olan "özgürlük" aracılığıyla mümkün olabileceğini vaz'eder.

"Farklılık" bir tür "bağımsızlık" düşüncesiyle el ele yürür. Burada her biri son derecede derin bir insani sorunlar dünyası ile karşılaşmaktayız. En bildik sorun, bireylerin birbirlerine karşı mesafelendirmesinin, muhtemel topluluk baskılarını bertaraf ederken, onları birbirlerine kayıtsız kılması ve yabancılaştırması ile ilişkilidir. Bağımsızlık tutkusu kolaylıkla egoistik etkilerle bağsızlığa dönüşmektedir. Demek oluyor ki; yabancılaşmanın kültür tarihi ile bireyselleşmenin tarihi ister istemez örtüşebiliyor: Monadcı bireyselleşme, "öteki cehennemdir" mottosunda olduğu gibi ister istemez kardeşliğin tarihini örseliyor.

Bireysel bağımsızlık düşüncesinden yola çıkan farklılaşma, ne tuhaftır ki, orta ve uzun vadede, insanları farklılaştırdıkları varlıklara daha fazla bağımlı hale getiriyor. Bu da farklılığın negatif karakterinin baskın kılınmasından doğan bir sorun. Liberal burjuva düşüncesinde farklılığın "pozitif" bir yönü dışarıda tutulur. Tam tersine, farklılaşmanın içeriği alabildiğine negatiftir. Yani, veri alınan "bir şeyden", ya da "birilerinden" farklı olunabilir. Birey, "kendisine benzeyen ya da benzetilen bir şeyden ayrılarak", ya da veri olan benzerliği, kendi eylemleriyle bir benzemezliğe dönüştürerek farklı olacaktır.

Şurasını teslim etmek gerekir ki, liberal kurucu babalar farklılaşmayı bireysel yatırımlara dayandırıyordu. Mesela 19. yüzyılda şekillenen "self-made man" ideali bunun ifadesidir. Burada kendisine ve yaptığı işe odaklanan bir birey kurgusuyla karşılaşıyoruz. Başkalarının ne yaptığı onu ilgilendirmez. Bizatihi onun ne yaptığı önemlidir. Dolayısıyla farklılık, bir rekabet ya da yarışma sorunu değildir. Farklılaşma, yapıp etmelerin sonucunda kendiliğinden ortaya çıkacak olan bir durumdur. Oysa gidişat böyle olmamıştır. Kendisine gömülen ya da kapanan "monadcı" yaklaşımın yerini giderek, ötekinin ne yaptığı ya da kim olduğu ile daha fazla ilgilenen "kıyaslamacı" bir yaklaşım almıştır. Bu da negatif boyutuyla farklılaşma-farklılaştırma kültürünün, yarışmacı-rekabetçi kültürle kolayca buluşabilmesine ve giderek örtüşmesine işaret ediyor.

Rekabetçi-yarışmacı dünyaya eklemlenen farklılaşma kültürü artık bir mesafeyi anlatmaktan çok, kronikleşmiş bir refleksi anlatıyor. Bunu şöyle de ifade edebilirim: Artık benim nasıl farklılaşacağımı, ben değil, benim farklılığımı tehdit eden "ötekiler" belirlemeye başlıyor. Yaygın paylaşmalar en büyük tehlike olarak algılanıyor. Bu da farklılığın "kendinde" bir şey olmaktan çıkıp, "kendisi için" bir etkinlik konusu haline getirilmesine işaret ediyor. Galiba farklılık derken, giderek daha çok "farklılaştırdığımız" ya da kolayca farklılaştırılabilir şeylerden bahseder hale geldik. Burada farklılık, bir sonuç olmaktan çok, bir amaçtır artık. Farklılığın emeğin tarihiyle bitişik algılandığı bir kavrayıştan, onu emeksiz var etmenin kolaycılığına sapan bir evrilmedir söz konusu olan. Bunu, "farklılaştırmanın" bir marjinalizme dönüşmesi olarak yorumluyorum.

Farklılıkların yerini farklılaştırmaların aldığı bir dünya sermaye tarihinin dinamikleri dikkate alınarak anlaşılabilir. Daha erken evreleri itibarıyla kapitalizm, geniş ölçekli bir standardizasyon projelerini hayata geçirdi. Yani aynılaştırılmış bir dünya inşa etti. Bu, onun kârlılık politikalarının gereğiydi. Standartlaşan bir dünyada, talepler de standartlaşacak ve daha çok sayıda alıcıya karşılık gelecekti. Bu durumda mesela kitle toplumunda -kültüründe- liberallerin farklılığı ve bireyselliği vurgulamaları, eleştirel olarak son derecede anlamlıydı. Ama yeni kapitalizm talep baskısını hafifletti. Müşteriler dünyasına sanki nefes aldırdı. Yeni yapılanma, sözüm ona farklılaşmayı tolere eden bir yapılanmadır. Burada kilit kavram artık birey değil, yerel olandır. Yerel olanda birey-topluluk gerilimi sözüm ona aşılır. Yerelliği -yerel ihtiyaçları ve tatminleri- vurgulayan bir çeşitlilik üzerinden emtia dünyası -seçenekler- bollaştırılır, kıyaslamalara dayalı günlük hayat rekabetlerine açılır. Yerel aynı zamanda farklılaşmanın seçkinci karakterini de tasfiye eder. Farklılaşmayı, fark edilme düzeyinde sıradanlaştırır.

Farklıyım öyleyse haklıyım!

Gelişmeler, farklılık idealinin kolay elde edilebilir olmasını ve demokratize edilerek tabana yayılmasını açıklıyor. Artık herkes farklı olabilir. Çünkü "farklılık" yeni tüketim dünyasında markalarla şeyleşmiş ve paketlenmiş durumdadır. Paketlenmiş farklılıkların tüketimi kendiliğinden bir farklılık sanısını sağlayacaktır. Entelektüel dünya da bu gelişmelerden nasiplenmiş gözüküyor. Galiba biraz da buna teşneydi. Entelektüel avangardlık ve solipsizm (yalnızcılık) bunun baskın karakterini ortaya koyuyor. Entelektüel, her şeyi, herkesten "önce" ve herkesten daha "ayrıntılı" görebilen bir varlık olarak kendi kendisini yüceltmeyi hiç elden bırakmamıştır.

Entelektüel marjinalizm, tüketim kapitalizmiyle eşlenerek kendine özgü bir tüketiciliği de beraberinde getiriyor. Entelektüel modalar ya da trendler bu tüketiciliğin araçlarını oluşturur. Pek çok entelektüel konuşma ya da tartışma, kimin ne kadar "farklı" düşündüğünü kanıtlamanın enerjisiyle yüklüdür. Herkes kulvarına çekilir ve terletici bir yarış başlar. "Orijinal olmak", "özgün düşünmek", "şeytanın gör dediğini görmek", "ilginç şeyler dile getirmek", "bakir literatürleri" seferber etme bu yarışın taktik dünyasını oluşturur. İdeolojik düzeyde farklılık, çeşitlilik kutsanıp, yüceltiliyor. O kadar ki, farklı olmak, neredeyse bizatihi haklı olmaktır artık. Öte yandan farklılık ya da çeşitlilik gibi değerleri eleştirmek; hele hele reddetmek postmodern entelektüel dünyanın hakim söyleminde, başat kusur ve ayıplarından birisi haline getirilmiştir. Bütün bu gelişmeleri, eski kapitalizmin ve modernleşmenin örselediği beşeri zenginliklere yeniden kavuşmak olarak yorumlayanlar çoğunlukta. Bana öyle geliyor ki, bu yanılsama bir süre daha yaşanacak. Ama, belli bir momentte; farklılaşmanın, çoğunlukla içi boş, sanal farklılaştırmalardan ibaret olduğunu; çeşitliliğin sunduğu bolluk ve zenginliğin aslında bizi nasıl fakirleştirdiğini; farklılaşarak nasıl aynılaştığımızı anlatan hikâyelerin anlaşılacağını umut etmeli...
 
Kaynak: Zaman