Farkındalık korkusu

Küreselleşmenin farklı insan toplumlarını zorunlu bir biçimde entegre hale getirmesi dolayısıyla ulus devletlerin zaaf geçirdiği iddia edilir. Bu iddia büyük ölçüde doğrudur. Süreç bir 'kader' değildir kuşkusuz, dolayısıyla 'zorunlu' olması tartışılabilir. Ama öyle de olsa, ulus devletlerin zaaf geçirdiği ve toplumların giderek entegre hale geldiği gözlemlenebilen bir durumdur.

Çoğu sosyal bilimciyi yanıltan nokta, bunun giderek farklılıkları, çeşitlilikleri öne çıkaracağı hususudur. Bunun hayli iyimser bir beklentiye dayandığını söylemek gerekir. Aksine zaman geçtikçe farklılıklar azalacak, yerküresi üzerinde yaşayan toplumlar giderek daha da benzeşecektir. Ulus devletler sahici farklılıkları zaten yeterince gidermişti, şimdi ulus devletler işledikleri büyük günahın bedelini ödeyerek, birbirlerine benzer hale getirdikleri toplumların entegre olmalarına engel olamıyorlar.

Geleneksel toplumlarda farklılıklar bittabii vardı. Mesela Türkiye örneğinde Cumhuriyet bunları yok saydı. Yok saydığı zamanlarda da farklılıklar vardı. Cumhuriyet bunları yok sayıyordu, çünkü hem projesi nihayetinde monolotik/yekpare, kaynaş(tırıl)mış bir kitle tasavvuruna, bireyleri tektipleştirilmiş bir toplum felsefesine dayanıyordu, hem de hakikatte farklılıklardan, çeşitliliğin beslediği zenginliklerden korkuyordu.

Resmi retorik bir yana, toplumsal hayatın maddi pratiklerinde can sıkıcı farklılıklar çıplak varlıklarıyla, can yakıcı sorunlarıyla duruyordu. Sol ideolojiler "yoksul-zengin", İslamcı akımlar "din"in, PKK "Kürtler"in, liberaller "piyasa"nın, AB üyelik sürecini "azınlıklar"ın varlığını hissettirdi. Söz konusu varlıkları fark etmemizle eşzamanlı olarak devletin baskıcı yüzü de fark edilmiş oldu. Paradoks olan şu ki, bir anda varlıkları fark edilenler, sahneye çıkmalarından kısa süre sonra küresel işlemden geçmeye gönüllü olarak talip olup, benzeşmeye başlıyorlar.

Şimdi karar verme aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Bu farklılıklar karşısında nasıl bir tutum almalıyız? Başka bir deyişle hem baskı altından çıkıp farklılıklarımızı koruyacağız hem küresel sürece kendimize özgü renklerimizle katılacağız?

İki yüz senedir kendi aklımızla düşünme yeteneğimizi kaybetmiş olmamız hasebiyle, ilham kaynaklarını Batı'nın aydınlanmasında arıyoruz. Batı'da iki model var: biri Fransa diğeri Anglosakson modeli. İlkay Sunar, İngilizlerde somutlaşan Anglosakson modelin teb'anın parasına, Fransız modelinin ise ruha talip olduğunu söyler. Bu doğrudur. Ama birçok bilim adamı gibi İlkay Sunar da, Osmanlı'daki durum hakkında fikir yürütmeye çalışırken, bir miktar hatalı analoji yaparak Osmanlı ile İngiliz modelleri arasında paralellikler kurar. Belirtmek gerekir ki, Osmanlı, idare hukuku bakımından hayli sıkıydı, ama sivil-medeni hayatın tanziminde sivil alanlara fazlasıyla özerk inisiyatifler tanıyordu. Bu açıdan bana göre, Osmanlı "merkezi bir devlet" idi, ama "merkeziyetçi" değildi.

Bizde cumhuriyet kurulduğunda, ne Anglosakson ne Osmanlı'ya iltifat etti; varsa yoksa kurucu kadronun kafasında biricik model Fransızlara aitti. Bu yüzden cumhuriyet, vatandaşlarının hem ruhunu hem parasını ve itaatlerini istiyordu; bugün de bu talepten vazgeçmiş değil. Tamamen 19. yüzyılın pozitivizmden beslenen iktidar elitinin temel iddiasına göre, merkez homojen olması gerektiği gibi merkez-kaç beşeri dünya da homojen olacaktı. Okul, eğitim, hukuk, devletin atıfetleri hep bu amaca dönüktür.

Nereden bakarsanız bakın, yukarıda sözünü ettiğimiz farklılıkların (yoksul-zengin, din, Kürtler, Aleviler, piyasa, azınlıklar vs.) Cumhuriyetin iktidar elitini, kendi tanımlamamızla idari/bürokratik merkezi korkutur. Devlet sadece bunlardan değil, zenginlerden, zenginlerin kendi başlarına özerk büyük sermaye olmalarından da korkuyor. Çünkü Cumhuriyetin projesine göre, makbul zengin, devlet zenginleridir, bunlar halktan toplanan kaynaklarla devletin serasında özel olarak yetiştirilmiş nadide turfanda meyveler-bitkiler gibi olmalı ve öyle kalmalıdır. Anadolu'da neşvü nema bulan küçük ve orta ölçekli sanayici ve tüccar kontrol dışı bir ekonomik güç oluşturur korkusuyla bastırılmak isteniyor. 28 Şubat bu bastırma harekatı idi. Postmodern darbe, halkın 70 milyarını aldı, yine devlet zenginlerine aktardı.

Kendisi korku temelinde kurulduğu için, ürettiği politik dil de korkuya dayanır. Bu korkan bir insanın korku hormonları üretmesi gibi bir şey. Devlet sanki örgütlenmiş korkudan ibarettir, dolayısıyla bu devasa aygıttan korkmayanların hayli cesur kimseler olduğunu söylemek gerekir.