Gün geçmiyor ki bir futbol maçından kavga haberleri gelmesin. Mac devam ederken veya sona erince sonuçtan memnun olmayan oyuncular veya taraftarlar birbirine giriyor. Hakemi, kuralları, güvenlik görevlilerini dinleyen olmuyor. Bu tür olayları yalnız ülkemizde görmüyoruz. Sanki futbolun doğasında insanları gruplaştıran, taraftarlığa tahrik eden, grup aidiyetini rijitleştiren ve ille de yenmeye teşvik eden bir şeyler var.
Buradaki “ille de” kelimesi, kontrolü kaybetmeyi ifade ediyor. Teoride “top yuvarlaktır, bu oyunda kazanmak da var kaybetmek de” diye bir söylem vardır. Ama uygulamada bunu kabul etmek o kadar kolay olmuyor. Taraftar bir birey, yenilen tarafta kalmışsa maçın gidişatında ille de yanlış bir şeyler buluyor. ‘Her şey doğru olsaydı zaten kendi takımı kazanmış olacaktı’.
Sporun birçok türünde, belirlenmiş olan kurallar çerçevesinde rekabet ve oyun vardır. Her iki tarafın duygularına hakim olarak sonucu kabul etmesi vardır. Futbol jargonunda “Fair play” diye geçen durum, erdemli sporcuyu ifade ediyor. Tenis, voleybol, basketbol gibi spor dallarında daha kolay rastlanan bu durum iş futbola gelince iyice zorlaşıyor, nadirattan bir duruma dönüyor.
Futbol gerçekten milyonlarca insanı kendine çeken, büyüleyen, coşturan, kolayca bir vatan millet meselesi haline dönüveren özellikler taşıyor. Bunun psikolojik ve sosyolojik analizi ayrıca yapılabilir. Parlamenter demokraside olduğu gibi, birçok spor dalında olduğu gibi, burada da icat eden, kuralları koyan İngilizler olmuş. Demokrasinin ve futbolun beşiği İngiltere. Siyasi motivasyonu yüksek insanlar, futbolun toplumu uyutmak, oyalamak için icat edilmiş bir oyun olduğunu vurgulamayı severler. Özellikle gençler, kendini bu oyuna kaptırıp memleket meselelerini unutmakta, ‘vatan elden giderken’ onlar bir iki rengin peşinde koşabilmektedir.
Ben burada toplum psikolojisi açısından futbolda ilginç bulduğum bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum. Özellikle erkekler, ülkemizde veya dünyada belli bir takımı tutmayı normal bir insan olmanın gereği sayıyorlar. Son yıllarda, belki haberleşme ve yayın teknolojisindeki gelişmelerin bir sonucu olarak, bir yerli bir de yabancı takım tutma modası gelişti. Üstelik belli bir yerli takımı tutanlar, topluca belli bir yabancı takımı destekliyorlar sanki. Bunu çevrenizde test edebilirsiniz. Fakat şimdi asıl konumuz başka.
Futbolun kurallarını İngilizler koymuştur dedik. Önemli olan kimin koyduğu değil, bu kuralların tüm taraflarca kabul edilmiş olmasıdır. Oyun, bu kurallara göre oynanıyor. Ölçüleri belli bir saha var, saha içinde de iki yarı saha, ceza sahaları ve kalelerin boyutları hep ölçülüdür. İki tarafta kaç oyuncu olacağı, topu eliyle kimin nerede tutabileceği, saha içinde ve kenarında kararları kimin vereceği hep bellidir. Kural ihlali durumunda kullanmak üzere hakemin cebinde sarı ve kırmızı kartlar, oyunu yönetmek için ağzında düdük hep hazırdır. Artık tartışmalı durumları netleştirmek için yüksek teknolojiden de faydalanılıyor. Fakat yan hakemlere de sorsa, hassas kameralara da baktırsa, nihai kararı veren orta hakemdir.
İş bu kadar açık gibi görünmekle beraber, bütün bu tartışmalar neden çıkıyor? Elbette kazanma hırsından. Ama önemli olan bu hırs değildir. Çünkü kontrol edilebildikten sonra futbol sektörünün bu hırsa çok ihtiyacı vardır. Gösterilen ilgi arttıkça, taraftar sayısı arttıkça, oyunların ekonomik değeri büyüyor. Büyük takımlar büyük şirketlere dönüşüyor. Fakat, ‘kontrol edilebildikten sonra’.
Bu konuda yaş grupları devreye giriyor. Özellikle gençler bir gruba ait olmayı ve onun uğrunda fedakarlık yapmayı çok önemsiyor. Fakat olgunluğa erişmiş insanları da onları desteklerken bulacaksınız. Bu şekilde sahalar, sokaklar şenleniyor, taraftar grupları arasında gerilimler, sataşmalar, kötü sözler ve en sonunda çatışmalar yaşanıyor.
Genellikle her şey, sahada, kurallar çerçevesinde iyi sonuç alamayacağını gören veya alamayan takımın agresif davranışlarıyla başlıyor. Kural dışı, futbol dışı hareketler boy gösteriyor. Bu takım oyunu saha dışına çekmeye çabalıyor. Oynama yetkisi olanlara, yani oyunculara, karar yetkisi olanlara, yani hakemlere sözlü veya fiili müdahaleler, saldırılar yaşanıyor. Bu ortamda ne yazık ki rakip takımın hakkını savunan bir insan göremezsiniz. Çünkü taraftar kültüründe bu bir çeşit ihanet sayılır. Sahaya atılan yabancı cisimler, kötü tezahürat, oyunun gidişatını durdurmaya yönelik çabalardır.
Çünkü oyun bir tarafın aleyhine gelişmektedir. Normal kurallar çerçevesinde, saha içinde oynanmış olsa kimin kazanacağı bellidir. Bu durumda kaybeden tarafın dikkati sürekli yanlışlar bulmaya odaklanmıştır. En çok başvurulan yöntem, hakemin taraf tuttuğu iddiasıdır. Rakip takım sert oynamakta, faul yapmakta, hakem bunu görmemektedir. Penaltı sayılmamıştır. Veya ortada bir şey yok iken fazladan penaltı verilmiştir. Zaten bizim takım alnının teriyle oynarken, rakip takım hep el üstünde tutulmakta, kararlar onun lehine verilmektedir. Vesaire.
Diyelim sahada maç bitti. Bu defa yenilen takım sonucu tanımakta zorluk çeker. ‘Maç resmen rakibe verilmiştir’. Çok önem verilen bir maçsa taraftar sahaya iner. Hakem koruma çemberine alınır. Rakip oyunculara saldırı olabilir. Güvenlik önlemleri yeterli değilse rakip oyuncular, hatta hakem, meydan dayağı yiyebilir. Hakemin bitiş düdüğüyle adeta kurallar sona ermiştir. Artık yumruk, tekme, tokat hepsi serbest olmuştur. Tribünlerdeki koltukları söküp sahaya, birbirine atan gruplar görülür. Fakat ne yapsalar, sonuç değişmez. Oyunun kaderi sahada belirlenmektedir.
Kazanan veya kazanacağı belli olan taraf bütün bu davranışlara gerek görmez. Onlar maçın sahada, kurallar çerçevesinde, huzur içinde yapılmasını ve sonuçlanmasını bekler. Takımlarını hararetle destekler ama şiddete başvurması, kural ihlali yapması için bir gerek yoktur. Oyuncularına güvenmektedir. İyi hazırlanmışlardır. Maç iyi gitmektedir. Ama rakibin hangi yollara başvuracağından emin olamazsınız. Bir hile, dışarıdan bir müdahale, bir kural ihlali yapılmadan maçın sahada oynanması onların en büyük dileğidir. Esasen oyundan beklenen de budur.