Eskisi kadar kolay değil

 
 
Sosyal psikologlara göre insanın kendi varlığını koruma refleksi ontolojik bir kurguya dayanır. Sözgelimi açlık, içgüdüsel olarak bedenin kendisini korumak için gösterdiği bir reflekstir.  
  
Ancak güvenlikli bir alan oluşturma refleksi ise hem içgüdüseldir hem de toplumsaldır. İnsanların kendilerini güvende hissetme talepleri her türlü isteğin üzerindedir. Daha çok siyasi kimliğiyle öne çıkan Diyarbakır'daki patlamadan sonra sağa sola kaçışan ve yakınları patlamanın ortasında, alevlerin içinde kalan insanların; "yeter artık biz bunu hak etmedik, Diyarbakır'ı mahvettiniz" tarzındaki şikâyetleri söz konusu güven duygusunun diğer alanları öncelediğinin belki de en açık örneklerinden birisidir. Kur'an-ı Kerim'de (Kureyş Sûresi'nde) de bu konu ilginç bir nedensellik ilişkisi ile anlatılır: "Hiç değilse yaz ve kış yolculuğunda onları güvenliğe kavuşturduğu ve ısındırıp yakınlaştırdığı için şu Kâ'be'nin Rabbine kulluk etsinler" ifadesi/buyruğu güvenlik ile inanma arasında da ontolojik bir ilişkinin olduğunu gösterir.

Bu anlamda güvenlik sendromu hem inancı hem de varlığı tehdit eden bir sarmala dönüşür ve kişi kendisi ile dış dünya arasında anlamsız bir ilişki içinde bulur kendisini. Bu ilişki, anlamlar dünyasına yabancıdır, hazdan uzaktır, estetikten bihaberdir, aklıselimden uzaktır ve var olmaklığın anlamı kaybolur. Bu tarz bir yapının içindeki bireyler faşizan bir totalitarizmin içinde bulurlar kendilerini; "güvenlik mi, kimlik mi?" dayatmasının "ekmek mi, özgürlük mü?" dayatmasından mantıksal olarak farklı olmadığı, olamayacağı açıktır. 3 Ocak'taki patlama, aslında biraz da Diyarbakır insanının güven ile ontoloji ve güven ile inanma arasındaki ilişkiyi irdelemeye başlayabileceği bir döneme denk getirildi. Esasında bu sorgulama birçok kesim için de iç açıcı olmayan sonuçları beraberinde getirebilirdi. Karşılıklı olarak birbirinden beslenen gayri hukuki her tür derin ilişkinin de bu sorgulamalar ile açığa çıkabilme ihtimali bile birden birçok kesimin hayatını karartmaya yetti.

Yüreği dağlanan annelerin-babaların düşünebilecekleri tek şey ise gönül bahçelerinde solan gonca gülleridir. Gerisi onlar için hep anlamsız olacaktır, evladını kaybeden bir anne için her gün, ilk gün gibidir çünkü. Bu acılar üzerinden siyasi bir alan oluşturma çabası hiçbir zaman mutluluk ve güven getirmeyecektir ve bu tedirginlik ontolojik olarak insanları rüzgârın önündeki yaprak gibi oraya buraya savuracaktır. İnsanların "bir kırlangıç içgüdüsüyle" oluşturduğu mekânlarının, yerlerinin, evlerinin gözü dönmüş caniler tarafından dağıtılması operasyonu hiç kuşku yok ki bir daha yer edinme çabasını ebedi bir biçimde kafalardan silmeye yöneliktir. Yapılmak istenen, sahipsizleştirmek ki kolay bir biçimde sahiplenilen bir yığın oluşmuş olsun, yersiz yurtsuzlaştırmak ve tedirgin etmektir. Peki bu patlama anılan amaçlara ulaşabilecek mi? Gerek olayın olduğu anda gerek olay mahallinin yakınında gerekse de başka meclislerde duyduklarım insanların artık bu tür savrulmalarla kolay bir biçimde yerinden (düşüncelerinden) edilemeyecekleridir. Ne yazık ki böyle bir sonuca varmalarını sağlayacak hiçbir maddi delilleri de yok, ama yine de insanlar umutludurlar. Hiçbir dönemde bu kadar yüksek bir umut beklentisi görülmüş mü bilmiyorum; ama bu umudu boşa çıkaracak olan herkes, her politik hareket bunun hesabını vermek zorunda kalacaktır. Bir başka ifade ile bunun hesabını veremeyecektir.

Diyarbakır'ı kim doğru okuyacak?

Artık Türkiye, kendi içindeki sorunlarını kendisi çözmesi gerektiğinin farkına varmalı ve bir başkasına havale edilen "izleme" işinin de nihai bir çözüm olmadığını bilmelidir. Elbette dikensiz bir gül bahçesi kimse istemiyor; ama insanlar en azından hayatta kalma dürtüsünün neden olduğu reflekslerin karşılığını görmek istiyorlar. Diyarbakır'da olaydan sonra dillendirilenler dikkate alındığında görülüyor ki insanlar artık kendileri için en azından daha korunaklı bir kent/mekân kurmak istiyorlar ve buna müdahale edilmesini de hiçbir biçimde ve hiçbir gerekçeyle kabul edilmez olarak görmektedirler. Gönüllerinin ait oldukları mekânın ellerinden uçup gitmesine seyirci kalınmak istenmemektedirler bu kez. Çünkü, yukarıda da değinildiği gibi insanla mekân arasındaki ilişkide belirleyici olan duygu "güven" kavramıdır. Güven kavramında merkezî olan ise kişi ve nesnelerin "inanılır" ve "orada" oldukları duygusudur. İşte terörün asıl amacı da; orada olma durumunu oluşturan ontolojik güvenlik duygularının temelini kazımak (altını boşaltmak)tır. Nihayetinde ontolojik güvenlik; "varlık"la, "dünyada olmak" ile ilgilidir. Bilişsel olmaktan çok duygusal ve romantik bir olgudur. Bu olay göstermiştir ki terör eylemlerinin odağında düşüncenin temel dayanak noktasından çok onun enstrümanları yatmaktadır ve bu da bir çeşit odaksızlaştırmayı doğurmaktadır. İşte bu nedenden dolayı da Diyarbakırlılar düşünce işin soyut olarak vazgeçilmez olan ontolojik güven ve mekân anlayışını terörün birer enstrümanı haline getirilmesine kızgınlar, öfkeliler, yürekleri dağlanmışlar, ama yine de umutludurlar. Onların bu kızgınlıklarını doğru bir biçimde okuyup onlarla hemhal olabilecek bir iradeye ihtiyaç vardır. Bölgedeki yerel dinamiklere dayanan tüm politik aktörler bu iradeyi ne yazık ki gösteremediler bugüne kadar. Buna en yakın duran ise sivil toplum kuruluşları, dernekler, entelektüeller ve yerel yöneticilerdir. Ama bunların da modernleşme karşısında uzun soluklu bir varlık göstermeleri çok kolay olmayacaktır. Ama yine de Diyarbakır'ı, Güneydoğu'yu zihinlerden ve gönüllerden uzaklaştırmak isteyenlerin aksine burayı sözü edilen kurumlar/kuruluşlar yakınlaştıracaklardır. Bunun gerçekleşebilmesinin tek yolu da Diyarbakır'da yaşayan insanların kendileri adına piyasa yapanların piyasasında alınıp satılabilir bir metalarının olmadığını kesin bir biçimde deklare etmeleridir.

Bir coğrafi alanı kültüründen soyutlayarak zihinlere kazımaya çalışmak, oradaki var olma biçimlerini ipotek altına alarak etrafa korku ve istikrarsızlık saçmak her şeyden önce faşizan bir eğilimdir ve sonunda kan ve gözyaşı vardır. Çünkü bu tarz bir yaklaşımda bir öz yoktur. Kültür salt maddi tekniklerden oluşan bir yapı olarak görülür.

Sonuç olarak ontolojiye ilişkin değerlendirmelerimiz ve bakışımız, dışarıya karşı olan tutum ve tavırlarımızla sınırlı kalmaz, sahip olduğumuz paradigmayı da içine alan ve aynı zamanda düşünce için temel bir referans olan zaman ve mekân mefhumlarını da kapsayan bir strateji ve konum içerir. Bu çerçevede sahip olunan kent/mekân imgelemi salt barınmaya işaret etmez, o insanın dünyadaki uzantılarından, pratiklerinden hatta organlarından birisidir. Ve bugün Diyarbakırlılar organlarından birisini kaybetmenin ne demek olduğunu acı bir biçimde bir kez daha gördüler. Varlığımızı tehdit eden "güven"de olma durumunu sağlayan en somut alandır kent ve bunun içindir ki insanlar kentleri önce gönüllerinde, sonra da bedenlerinde kaybetmektedirler. Unutmamak gerekir ki salt yok ediciliğin fikri bile varlığı tehdit eden en önemli olgulardan birisidir.
 
Kaynak: Zaman