Ergenekon-basın ayrıcalık-özgürlük

Ergenekon Davası çerçevesinde son dalgada aralarında Hrant Dink ile ilgili kitap yazan bir gazeteci ile Nokta Dergisi’nde yayınlanan “Darbe Günlükleri” haberini hazırladığı ifade edilen başka bir gazetecinin (Alper Görmüş’ün uyarısıyla bu nitelendirmenin yanlış olduğu sonradan anlaşıldı) tutuklanmasıyla basın özgürlüğü tartışmalarına demokrat merkezde yer alan kalemler de katıldı. Davanın içeriği hakkında bir değerlendirme yapamayacağımıza göre, bu tartışmalarda kullanılan bazı kavramların hangi siyasal genetik üzerine inşa edildiğine bakarak sürece küçük bir katkı sağlayabiliriz.

Cevdet Perin, Fransız edebiyatıyla ilgilenenlerin iyi bildikleri bir isim. Eserleri ve çevirileri ağırlıklı olarak  40’lı yıllarda gündemi meşgul eden Perin’in, 1974 yılında Remzi Kitabevi tarafından “Tarih Boyunca Düşünce ve Basın Özgürlüğü” adlı bir kitabı yayınlanır. Basın özgürlüğü ile Türk entelektüelinin kurduğu zihinsel ilişki açısından tipik olarak nitelendirilebilecek yaklaşımları bu kitaptan okumak mümkündür.

Kitap “1908 yılında, Makedonya’nın Perin Dağı’nda, istibdada karşı özgürlük için savaşan idealist gençler arasında yer alan” babası Celal Perin’e ithaf ile başlar.

Kitabın sistematiğine bakıldığında basın ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü vurgular yapılır. Kitabın giriş yazısında özgür düşünce düşmanlarının soyunun henüz tükenmediğini göstermeye çalıştığını, kahramanlarla hainlerin, yüreklilerle korkakların yüzlerini sergilemek istediğini ifade eder. Bir diğer paragrafında “bu sayfaları, bir tek Türk aydınının ve gazetecisinin düşüncelerinden ötürü hapishanede bulunmadığı mutlu bir devirde yazmayı çok isterdim. Fakat son yıllarda olaylar memleketimizi öyle bir badirenin içine sürükledi ki, şu anda, sona eren bu kâbusun bir daha dönmemesini dilemekten başka söyleyecek söz bulamıyorum.” (s. 15) ifadelerini kullanır.

Müstebitler ve kahramanlar

Kitapta basın kahramanlarının “müstebitlere” karşı mücadelesinden epik sahneler ortaya konar. Ona göre “Miltonlar, Montesquieuler, Voltaireler, Rousseaular, Hugolar ve Zolaların açtığı çığırda yürüyen kuşaklar insanlığa özgürlük yolunu, gerçek adaleti hazırladılar... Kim bilir belki bir gün, Pasternakların, Siniavskilerin, Sakharovların ve Soljenitsinlerin açtıkların çığır büyüyecek ve bu çığırdan akan insan selleri müstebitleri boğarak yüz milyonlarca insanı özgürlüğe kavuşturacaktır.”(S. 19).

Evet, bir yerlerde müstebitler var ve sözü edilen o yerlerdeki özgürlük kahramanlarının açtığı çığır o müstebitleri boğacak. Batı’da, yani “öteki taraf”ta bunlar böyle sınıflandırılıyorsa o halde sorun yoktur. Doğru, oradaki kahramanlar “kahraman”, müstebitler de “müstebit” olacaktır, tartışmasız!

“Bu taraf”ta durum nedir?

“Bu taraf”ta da “müstebit” ve “kahraman” vardır. Ancak kilit bir kavram daha var. O da müstebitlerle işbirliği yapmakta olanları tarif eden “aydınlar ihaneti” kavramıdır. “Fakat ne gariptir ki, her devirde en çok zulme uğrayan fikir adamları olduğu halde, zulmü ve adaletsizliği destekleyen, müstebitlere yeşil ışık yakan, fetva veren, yine filozoflar, aydınlar ve ulema olmuştur. En iyi niyetli devrimcileri, ihtilâlcileri yollarından saptıran, onları çıkmazlara sürükleyen onlardır. Biz buna Aydınlar İhaneti diyoruz” (s. 22) diye açıklıyor Perin.

Ancak “bu taraf”tan söz ederken, onu da zamanla sınırlandırmak gerekiyor anlaşılan. Yani Cumhuriyet öncesi ve sonrası diye bir ayrıma gitmek zorunlu. Cumhuriyet öncesinde de “müstebit”, “kahraman” ve “ihanet içindeki aydın” kavramları geçerli.

Halife “müstebit”, İbn-i Rüşd “kahraman”dır.

Yunus, İbn-i Sina, Farabi, Yusuf Has Hacip “doğuda parlayan özgürlük yıldızları”dır (s. 34 vd). Rönesans ile “ufukta özgürlük umutları” belirir; ardından vicdanlar uyanır (s. 43). Ancak tüm bunlar “uzak”larda, “öteler”de cereyan eder. Kitabın ortalarında “Türk Basınında Özgürlük Mücadelesi”yle günümüze gelinir. Bu kısma “duygusal aşama”da bulunan Türk basını kavramıyla giriş yapar ve büyük bir teessürle siyasi hayatımızın da bundan muzdarip olduğunu ifade eder (s. 90).

İttihatçı basının alışkanlıkları

İttihatçı geleneğe yönelik şikayet esas itibariyle, Ziya Gökalp gibi etnisist eksende yer alan “düşünür”lerden ve basın mensuplarından yeteri kadar yararlanamamayla sınırlı kalır (s. 93). Milli mücadelede Türk basını bahsinde dünya basını tarihine geçecek şerefli sayfalardan söz ederken, “hemen belirtelim ki, bu şerefli sayfaların yanında maalesef bazı kara sayfalar da yok değildir” şerhini eksik etmez. Hain olarak kabul ettiği Ali Kemal’in İzmit civarında yakalanıp linç edilmesinden övgüyle söz eder.

Kategoriler buna göre kitapta hızla oturtulmaya başlanır. Özgür basından beklenen tutumun ne olduğu, “müstebit” ile “kahraman” kategorilerinin Milli Mücadeleyle birlikte nasıl bir iktidar ilişkisine göre yeniden şekillendiği şu ifadelerden anlaşılabilir: “Mustafa Kemal Basın’ın gücünü bilen ve onu bir silah gibi kullanmak isteyen bir komutandı.” Onun siyasal projeksiyonunu hayata geçirme görevini “ancak Basın yapabilirdi” (s. 96). Halkı doğrudan suçlama yerine Aydınlar İhanetine vurgu yapan Perin, Cumhuriyet ilanından sonra basına yaklaşımını da bu eksende sürdürür. Basın Özgürlüğünü bütünüyle ortadan kaldıran Takrir-i Sükûn Kanunu ile ilgili “maalesef” ifadesini kullandıktan sonra devam eder: “Gazi Mustafa Kemal Paşa, ulusu Batı uygarlığı düzeyine ulaştırmak için gençliğinden beri tasarladığı inkılâpları gerçekleştirmek için sabırsızlanıyordu. Bu ikinci savaşı da kazanması için Basın’ın yardımına ihtiyacı vardır. Fakat, itiraf edelim ki, Milli Mücadele esnasında ordunun yanında yer alan ve görevini şerefiyle yapan Türk Basını, bu yolda büyük inkılapçıya aynı derecede yardımcı olamamıştır” (s. 97).

Bu temel yaklaşım Türkiye basınında “özgürlük”, “muhaliflik” ve “hainlik” kavramlarının nasıl ve hangi içeriklerle kullanıma sokulacağının göstergelerini sunuyor. “Müstebit ya uzaklarda bir yerlerde veya geçmişte yer alan figürleri ifade eder. ‘Kahraman’lar da bunlara karşı çıkanlar. Özgürlük aslında ideolojik hegemonyanın parçası, daha doğru ifadeyle “silah” olarak kullanılabilmenin bir ifadesidir. “Hainlik”, hangi motifle olursa olsun, darbecilik, ittihatçılık ve vesayetçiliğe karşı çıkanların genel adıdır. “Muhaliflik” ise, iktidar yitimi durumunda ittihatçı yapıların kendilerine biçeceği bir etiketten başka birşey değil.  Bir nevi ayrıcalık arayışı...

Cevdet Perin’in basın özgürlüğü, muhaliflik, hainlik ile ilgili yaklaşımı herhalde pek yabancımız değil. Basın 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan’daki tutumlar bu eksenin dışında değil.

Kodlar böyle olunca, Kürt, İslamcı, gayrimüslim vs “sistem” muhalifi gazeteciler ve gazetelerin bu süreçte sindirilmesinin basın özgürlüğü ile ilgisi kurulmaz. 2007’den itibaren İttihatçı-cuntacı yapılar çözülmeye başlayınca, meşruiyetlerini bu yapılara borçlu basın grupları veya mensupları bakımından yeniden Cevdet Perin tanımlamaları işleyişe konululur.  Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte “muhalif”ler sindirilmiş, basın özgürlüğü “hiç olmadığı kadar” ortadan kaldırılmış olur.

Ergenekon tartışmalarına bir de bu açıdan bakmak gerekir.

anayasa@yahoo.de

 Kaynak: Star