Erdoğan – Büyükanıt görüşmesinin içeriğini bilmek

Doğru bildiğim ve söylenmesi gerektiğini düşündüğüm şeyi söylerim. Bunu bulunduğum ortama karşı mes'uliyetin, saygının gereği sayarım. Ötesini, yani hoşa gideni söylemeyi, değilse susmayı da iki yüzlülük addederim. Bu yüzden de, körü körüne bağlılığın ağır bastığı, hatta tek ölçü olduğu yerlerde ilişkim zorlaşır. Beni ancak, gerçeği bulmak, bilmek için bütün ihtimaller üzerinde düşünmeyi gerekli gören bir ortam hazmedebilir.

İşte şimdi, seçim sürecinin en yoğun ortamında gelecekte olanları doğru okuyabilmek ümidiyle, böyle bir işe girişmek istiyorum.

Tabloyu bir hatırlayın, tasavvur edin:

O acayip 27 nisan e-muhtırası Genelkurmay Sitesi'ne düşmüş.. Hükümet şaşırtıcı biçimde demokratik tepkisini koymuş. Bu arada Başbakan Genelkurmay Başkanını telefonla arıyor, ulaşamıyor. Ertesi gün Dolmabahçe Sarayı'nda 2.5 saatlik baş başa bir görüşme.

Başbakan, görüşme ile ilgili olarak, birbirlerine, “herhangi bir açıklama yapmamak” üzere teahhütte bulunduklarını bildiriyor. O günden sonra da Dolmabahçe görüşmesi sır olarak kalıyor.

Sonra bir - iki görüşme daha; yine baş başa ve yine sır; açıklama yok.

Görüşmelerin ana gündeminin, hükümet – asker ilişkileri olduğunu tahmin etmek zor değil. Askerde bir hareketlenme var, bu, elektronik muhtıra şeklinde ete – kemiğe bürünmüş ve Genelkurmay'ın bağlı bulunduğu kurum, yani Başbakanlık, neyin nereye gittiğini anlamak üzere olaya müdahil olmaya çalışıyor.

Bu süreç, Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci, daha doğrusu AKP'ye Cumhurbaşkanını tek başına seçtirmeme süreci, Anayasa Mahkemesi'nin kararını bu yönde vermesi için baskı süreci, ardından seçim süreci, aday belirleme süreci, muhtemelen AKP'nin siyasi çizgisini gözden geçirme süreci...

Acaba bu görüşmelerin tüm bu sürecin akışında bir etkisi oldu mu? Başbakan'ın tavrında, Genelkurmay Başkanı'nın tavrında?

Bunu, birebir örtüştürecek bilgiye sahip değiliz, ancak “Şu, şunun yansıması, bu, bunun yansıması” biçiminde muhtemel okumalar söz konusu olabilir.

O muhtemel okumalara biraz sonra gelelim, ama görüşmelerin gizlilik boyutuna dair bir iki notu daha hatırlayalım.

Başbakan ısrarlı sorular üzerine gizlilik kaydına sadakat gösterdiğini defaatle belirtiyor ve son olarak şunu söylüyor:

-Görüşmelerin muhtevası Abdullah Gül'e bile açılmamıştır.

Başbakan'ın mahrem-i esrarı, en yakın yol ve kader arkadaşı olması gereken Abdullah Gül'e bile açılmamışsa, kime açılabilir ki?

Başbakan böyle bir açıklamayı AKP adına Cumhurbaşkanı adayının tayininde de yapmıştı.

Abdullah Gül, adaylığını, adaylığının açıklandığı gün öğrenmişti. Karar süreci ve Cumhurbaşkanlığı seçim stratejisi tamamen Başbakan Erdoğan'ın zihninde oluşmuştu.

Cumhurbaşkanlığı seçimi çok kritik bir hadiseydi. Daha 3 kasım 2002 seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz, AKP iktidarı ile birlikte bu dönemde seçilecek cumhurbaşkanlığı tartışması da başlamış, yani “Son kale” nitelemesi etrafında bir sancı oku bazı çevrelerin yüreğine saplanmıştı. Şimdi o çevreler, sandıktan çıkan bu sonucu nasıl işlemez hale getireceklerinin hesabını yapacaklardı.

İşte bu son derece kritik süreci Başbakan tek başına yönetmişti.

Ve sonunda 352 milletvekiline rağmen Cumhurbaşkanı seçilememişti.

Ve bu sürecin bir noktasında askerle yüz yüze görüşme devreye girmiş, askerle ilişkiyi de Başbakan tek başına sürdürmeyi tercih etmişti.

Acaba bu görüşmelerde nelerin konuşulduğu merak edilmeli miydi?

Yoksa “Lidere güven ve teslimiyet” esasından yola çıkarak, olana rıza mı gösterilmeliydi? Soru sormak, teslimiyeti ve güveni yaralar mıydı?

Yoksa liderin, bu tarz görüşmeleri, mahrem-i esrarı olan, yola birlikte çıktığı, kader birliği yaptığı, devlet umuruna vakıf, bedeli birlikte ödeyeceği bir grupla değerlendirmesi, kendisi açısından da daha temkinli ve güvenli bir yaklaşım mı olurdu?

Ben, kendi payıma, güveni ve teslimiyeti bu tür hareketlerin seyri açısından önemli bulsam da, lider konumundaki insanların, hele böyle riskli ilişkilerde paylaşabileceği dostları bulunmasını daha sağlıklı görürüm.

Erdoğan – Büyükanıt görüşmelerinde nelerin ele alındığı açıklanmadı; ama böyle durumlarda spekülasyonlar durmaz. Bir çok gazeteci “Dolmabahçe görüşmesinde nelerin ele alındığını öğrenmek için yanıp tutuştuğu”nu yazılarında dile getirmişlerdir.

O yüzden görüşmelerden sonra görüşmecilerin ilişki alanında meydana gelen gelişmeler hep, görüşme eksenli yorumlanmıştır.

Muhtemelen şöyle bir görüşme çerçevesi olmuştur?

Genelkurmay Başkanı:

-TSK'nın şu şu alanlarda rahatsızlığı var. Bildiri şöyle bir birikimin yansımasıdır. Şunlara dikkat edilmezse bu rahatsızlığı gideremeyiz.

Başbakan:

-Rahatsızlığı anlıyorum ama, bunları yüz yüze görüşerek halletmemiz lazım. Bildiri Türkiye'yi dünyada öngörülemez bir ülke gibi gösteriyor. İşimizi zorlaştırıyor. Genelkurmay sitesine yansıyan bildiri nasıl bir oluşumun ürünü?

Sonra Başbakan ve Büyükanıt “Daha sık görüşelim, meseleler birikmesin ve medya üzerinden görüşmeyelim” diyerek ayrılmışlardır.

Böyle bir görüşmede Genelkurmay Başkanı'nın intikal ettirdiği rahatsızlığın boyutları nelerdir ve bu, Başbakan üzerinde nasıl bir etki bırakmıştır? Başbakan, “askerin rahatsızlığı” denen şeyi yürüttüğü siyasi mücadelenin geleceği açısından nasıl okumuştur, ne tür riskler görmüştür, kendi çizgisinde bir restorasyon yapma duygusuna itilmiş midir, bütün bunlar görüşme ile birebir ilgili hususlardır.

Ondan sonra, görüşme istikametinde yapılanlara sıra gelecektir. Çünkü görüşme trafiği, her kademede, bir, yapılanlar – yapılmayanlar çetelesi tutmaya götürür.

Görüşme istikametinde bir şeyler yapılması demek, konunun ya bilgi şeklinde ya da formüle edilmiş eylemler şeklinde parti kadrolarına – hükümet üyelerine intikali demektir. Bilgi olarak bir şey intikal ettirilmediğine göre “rota” olarak bir şeylerin intikal etmesi söz konusudur. Ve bu durumda yol arkadaşlarınız bile, sizin tavırlarınızdan “gizli görüşme”nin sonuçlarına dair çıkarımlarda bulunmaya yöneleceklerdir.

-Başkan partiye şöyle bir yön veriyor, hükümet icraatı şu tarafa akıyor! gibi...

Negatifinden bakarsak, mesela, Şemdinli'den beri bir şeyler oluyor. Mesela milletvekili aday tesbitinde bir çizginin tasfiyesi noktasında adımlar atıldığı ifade edilmiştir. Mesela, kamuoyu algısında “AKP artık eski AKP değildir” yargısı daha çok zikredilmeye başlanmıştır. Mesela, asker – sivil ilişkilerinde asker ağırlıklı duruşu ile tanınan Mehmet Ali Kışlalı “Erdoğan TSK'yı anladı” başlıklı yazısında “Partisi içinde aldığı önlemlerle Erdoğan'ın, uygun adımları atmak için rahatladığı da görüldü.” diye yazıyor. (4 temmuz, Radikal) Ben Kışlalı'nın “Demirel TSK'yı Cumhurbaşkanlığı sırasında anladı” türü yazılarını hatırlıyorum. Bunların anlamı hep biraz “Hizaya geldiler” mesajı içerir. Kışlalı'ya göre Demirel'in 28 Şubat'taki misyonu bu “anlama” ile ilgilidir.

Türkiye'de siyaset gerçeği, önemli ölçüde “Askerin vesayetini algılama” gerçeğidir. Bu, bir noktada siyasetçiye empoze edilebilirse, yani siyasetçi, askeri vesayeti içselleştirirse, ondan sonrası artık şekil şartlarının tanzimi niteliğindedir. Herhalde şu anda askeri çevrelerde, askeri vesayetin oluşmasının en çok arzulandığı alan, AKP'nin iradesidir. Halktan hala önemli ölçüde oy alan bir AKP iradesini terbiye etmek, bu belki de işin nirengi noktasıdır. Bu sağlanırsa, hem görüntüde demokrasi var olur, hem de sistemin ruhunda askeri vesayet gezinip durur.

Ben AKP liderliğinin böyle bir vesayet içselleştirmesine maruz kaldığını düşünmüyorum. Bu noktada yeterince tecrübe ve dirençleri olduğu kanaatindeyim.

Ama bu işlerde gene de “çifte sağlama”ya ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Yani bilgiyi ve riski paylaşmak... Karşı karşıya kalınan “zor”u, birlikte değerlendirmek ve çareler aramak. “Ben şöyle bir durumla karşı karşıyayım. Bana şu bilgi ulaştı, bizden şu bekleniyor. Ne dersiniz?” İşte lider olarak böyle davranmak...

Bu, liderlik için de bir tür garantidir.

Yazıyı bir soru ile bitirelim:

Erdoğan – Büyükanıt görüşmesinde, seçimlerden sonra gösterilecek Cumhurbaşkanı adayının koordinatları üzerinde bir bahis geçmiş midir?