Elveda Avrupa Birliği!..

Özkök bizi fena halde demokratik standartlara alıştırmıştı. Onun zamanında TSK bu şekilde siyasete karışıp, seçilmişlerin iradesi üzerine ipotek koyamazdı. Böyle bir muhtıra kolay kolay verilemezdi. Hiç şüpheniz olmasın. En büyük kayıp Avrupa Birliği cephesinde yaşanacak

Türkiye'yi kim yönetiyor? Bu soru Batı başkentlerinde çok sorulacak önümüzdeki günlerde. 27 Nisan muhtırasının sonuçlarına şimdiden hazırlanalım.

Her şey iyi gidiyor zannederken bir kez daha uçurumun kenarına geldik. Gerçekten yazık. Son beş yıldır büyük bir ivme kazanmıştı Türkiye. Ekonomide durum düzelmiş, demokratikleşme alanında dev adımlar atılmış, AB ile tam üyelik görüşmeleri başlamıştı. Uluslararası camianın gözünde, İslam dünyasında başka örneği olmayan ciddi bir başarı öyküsü haline gelmiştik.

Değiştik, olgunlaştık, kâbus dolu yıllardan sonra nihayet düzlüğe çıktık zannediyorduk. Sadece siyaset ve ekonomi değil, asker de değişti diye kendimizi avutuyorduk. Çok yanılmışız. Meğerse her şey yüzeyselmiş. Kolay kolay değişmiyor kemikleşmiş kurumlar ve mantıklar.

Özkök paşa bizi fena halde demokratik standartlara alıştırmıştı. Onun zamanında TSK bu şekilde siyasete karışıp seçilmişlerin iradesi üzerine ipotek koyamazdı. Böyle bir muhtıra kolay kolay verilemezdi.

İkinci lige düştük

Şimdi yapacak fazla bir şey yok. Belki fazla kötümser gelecek ama son beş yılın bütün demokratik kazanımları, bir gecede kaybedildi. Hiç şüpheniz olmasın. En büyük kayıp AB cephesinde yaşanacak.

Türkiye'deki tüm AB düşmanlarını tebrik etmek gerekiyor. Bizi istemeyenlere, bizi Batılı görmeyenlere, arayıp da bulamadıkları malzemeyi bir çırpıda verdik. Evet, AB yolu zaten bin bir zorluk doluydu. Ama bütün sıkıntılara rağmen zar zor ilerleyen bir süreç devam ediyordu.

Ekonomi, demokratikleşme ve Kürt meselesi için umut dolu bir süreç. Şimdi bir çıkmaz sokağa girdik artık. Zor olanı imkânsız hale getirmekte gerçekten çok başarılıyız.

Yarın Sarkozy 'Türkiye AB'ye hazır değil, ordu siyasetin içinde' dediğinde ne diyeceğiz? Kim inanır artık Fransa'ya 'Bırak ırkçılık yapmayı' desek. 27 Nisan muhtırasından sonra bütün dünya gülecek Türkiye Batılı bir demokrasi olduğunu iddia ettiğinde.

Birinci ligden ikinci lige düştük artık.
Buydu herhalde CHP'nin ve şanlı ordumuzun istediği. Bir rejim krizi yaratmak ve Türkiye'yi kendi kritik kimlik sorunları içinde boğmak. Hepsi bir başörtüsü uğruna. Kafalarda yaratılan bir paranoya ve toplumu kendi kendine düşmanlaştıran katı bir laiklik anlayışı uğruna. Ama başarılı oldular işte.

Ülkeyi istedikleri şekilde Batı'dan uzaklaştırıyorlar. Sormak gerekiyor, resmi söylem ve resmi kafalarda yaratılan bu ilerici-gerici safsatasında kim ilerici, kim gerici? İslamcı ve gerici zannedilenler AB ve müessir medeniyetle kucaklaşmak istiyorlar. Küreselleşme ile barışıklar.

Atatürkçü olduklarını zannedenler, Atatürkçülüğü tekellerinde sananlar ise Türkiye'yi hızla Batı'dan koparmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sorulması gereken soru çok derinlerde ülkemizde.

Eğitim sistemimiz, siyasi kültürümüz ve rejimi koruma paranoyası içindeki ordumuz 19. yüzyılın anakronistik 'pozitivist' anlayışına hapsolmuş durumda. 85. yılına yaklaşan Cumhuriyetimiz nasıl insanlar yetiştiriyor? Bu nasıl bir eğitim sistemidir ki, kendilerini ilerici zanneden üniversite hocaları, rektörler 'Ordu göreve' diyerek öğrenci yetiştirmeye devam ediyorlar.

Erken seçim

Bugün gelinen noktada artık bir erken seçim kaçınılmaz görünüyor. Fakat bu durumda bile bu siyasi krizin nasıl atlatılatılacağı meçhul. Zira AK Parti seçimleri açık ara kazansa dahi, askerin başörtüsüne olan itirazı devam edecek. Yani sonuçta AK Parti'nin Vecdi Gönül veya Mehmet Aydın gibi ordu ve rejimin kabul edeceği bir aday göstermesi gerekecek. İşte 2007 yılında Türkiye'de demokrasinin aldığı mesafe bu kadar. AK Parti gibi güçlü bir siyasi iktidar bile askerin isteklerini aşamıyor. Yazının başındaki soruya dönüyoruz gene.

Bu şartlar altında fedakârlık yapmak gene AK Partiye düşecek. Türkiye liberal bir demokrasi olsa, ne Çankaya ne de başörtüsü sorun olurdu. Ama maalesef Türkiye henüz bu kimlik sorunlarına çözüm bulabilmiş değil. Bu nedenle AK Parti'nin çok dikkatli olmaya devam etmesi gerekiyor. Halka hizmet anlayışı, hak edilmiş de olsa Çankaya hesaplarının önünde olmalı. Geçen hafta ifade ettiğimiz üzere AK Parti'nin 2003-2005 yılları arasındaki başarı formülüne dönmesi ülkenin ve partinin yararına olacaktır.

Neydi AK Parti'nin başarı formülü? Parti'nin kuruluş dönemine dönersek daha iyi anlayabiliriz. Bu formül aslında Türkiye'nin gerçeklerini kavrayan bir analizden ibaretti. Bu analize göre Türkiye'nin liberal olmayan bir siyasi rejimi ve katı bir laiklik anlayışı mevcuttur. Bu rejim anlayışı AK Parti'yi ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Bu nedenle AK Parti hem kendi beka ve meşruiyeti, hem de Türkiye'nin demokratikleşmesi için iki önemli hedef gütmelidir. İlk hedef partinin sosyal tabanını olabildiğince geniş tutmaktır. Yani AK Parti halkın gözünde sağduyulu ve her kesimi kucaklayıcı olmalıdır. İkinci hedef ise Batı'yla iyi ilişkiler kurmak olmalıdır. Zira Batı ile iyi ilişkiler rejim ve parti arasındaki sorunları azaltacaktır. Birinci hedef Türkiye gibi toplumun mağdurdan yana olduğu sağduyulu bir toplumda hep mümkün.
Fakat ikinci hedefin en önemli kısmı, yani Avrupa Birliği ile iyi ilişkiler artık imkânsıza benziyor.

Peki bütün bunlar Washington için ne anlama geliyor? Maalesef Washington Ankara'da olup biteni yeterince anlamıyor. Demokrasiden bu ciddi uzaklaşma gerektiği şekilde kınanmadı bile. Öyle görünüyor ki, Washington için temel amaç sadece ve sadece 'Türk ordusunu Kuzey Irak'tan uzak tutmak.' Bu amaç için ordu ile arayı mümkün olduğu kadar iyi tutmak gerekiyorsa Washington, Ankara'da olup bitene sesini çıkarmayacak. Kötü bir realizmin kötü bir pragmatizmle buluşması olarak özetlenebilir Washington'ın tavrı. Gittikçe 1990'lı yılların sevimsiz ortamına dönüyoruz.

Elveda Avrupa Birliği derken, otoriter bir Türkiye ile çalışmaktan gocunmayan bir ABD ile aynı yatakta olacağız. Gerçekten yazık.