Hatırlanacağı üzere 28 Mayıs’ta, Zaman’dan Ahmet Kurucan’ın, nesebi gayri sahih Hermenötik tekniklerini devreye sokup işletmeden köken olarak “Nurculuk”a aidiyeti ileri sürülemeyecek olan bir dil kullanarak hedef kitlesine telkin ettiği şeyleri konu edinen bir yazı yazmıştım.
Bu yazı üzerine gencadam.net’in editörlüğünü yapan Emin Şimşek, adı geçen sitede bana bir “cevap” yazdı. Ben de o cevabı “cevap vermeye değer” bulmadığımı belirttim. Normal şartlar altında gencadam.net’in editörünü ilgilendirmesi gereken bu durum, bir başka arkadaşı rahatsız etti. Bu defa da o soyundu, çemrendi ve bana bir “cevap” da o yetiştirdi. (Adresini belirtmediği için kendisine cevap yazamadım.) Ardından bu mesele birtakım forumlarda ateşli bir şekilde tartışılmaya başladı.
Bütün bu süreç, bir cemaate mensup insanların, cemaate karakterini veren temel değerlere vaki bir saldırı karşısında refleksif tepkiler vermesi olarak tavsif edilebilseydi hiç rahatsız olmazdım. Ama ne bağlı oldukları meslek, ne de müntesibi oldukları mezhep tarafından onaylanan birtakım tesbitlerin, yine meslek ve mezhepleri tarafından tasvip görmesi asla söz konusu olmayan bir dil kullanılarak ifade edilmesinden rahatsız olmayan bu arkadaşların ve onlarla aynı konumu paylaşanların, benim cevabımdan rahatsız olması gerçekten düşündürücü…
“Kur’an ve Sünnet ayrı, onları anlama biçimi ayrı” denmesini, Müçtehid İmamlar’ın içtihadlarını “korumacı ve kollamacı zihniyetin zararlı ve tehlikeli” olduğunun söylenmesini… içine sindirebilen bir insanın Bediüzzaman’ı –hem de “herkesten daha iyi”– anladığını söylemesi, buna itiraz edenleri de Bediüzzaman’ı anlamamakla itham etmesi gerçekten üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir durum.
Siz, mezhebinizin ve meşrebinizin, söz gelimi sahabî icmaının, hatta sahabî kavlinin “miadı dolmuşlar” çuvalının içine konulmasına mani olmadığını söyleyenlerden değil, mezhep ve meşrebinizi bundan tebrie etmeye çalışanlardan rahatsız oluyorsanız, sizinle konuşma zeminimizin “Ehl-i Sünnet içi” değil, “fırkalar arası” olarak tesbit edilmesi gerektiğini görmek durumundayız.
Zira hiçbir Ehl-i Sünnet Fıkıh mezhebi, sahabî icmaının ve kavlinin “ihmal edilebilir” olduğunu söylememiştir. Hatta Fethullah Gülen hocaefendinin tesbitine bakılırsa İmam Ebû Hanîfe, Tabiun akvalini bile “delil” olarak görmüş, “hum racul, nahnu racul” tavrını sonraki kuşağın içtihadlarından başlatmıştır.(1) “İcma’da şunu kabul etmiyorum” demenin “dalalet” olduğunu söyleyen de yine bizzat Hocaefendi’dir…
Bu süreçte gündeme gelen bir başka husus da, benim, eleştirimi Bediüzzaman merhumla refere etmem. “Nurcu olmadığın, hatta zaman zaman tenkit ettiğin halde şimdi neden Bediüzzaman’ın görüşlerini ileri sürüyorsun?” demeye getiriyorlar. Oysa bu, onların kendi iç tutarlılıkları bakımından öncelikle kendilerinin yapması gereken bir öz eleştiridir. Bunu kendileri yapmadığı, ya da “gereği gibi” yapmadıkları için bir başkasının “iltizamla ilzam” tavrını hazmedemiyorlar.
Kaldı ki ne Bediüzzaman merhumu okuyup ondan istifade etmek, ne de kendisini ona nisbet edenlerin ondan ayrıldığı noktaları ortaya koymak için “Nurcu” olmak gerekiyor.
Devam edecek.
1) Kaynaklarda yaygın olarak zikredilen, İmam’ın, “onlar içtihad ettiği gibi biz de içtihad ederiz” sözünü Tabiun kuşağına mensup müçtehidler hakkında söylediğidir. Bununla birlikte Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî’nin Ukûdu’l-Cümân’ında (177) Hocaefendi’nin tesbitini destekler mahiyette nakiller de mevcuttur.
Kaynak: Milli Gazete