Ceberrut Mübarek rejimine başkaldırıp yerle bir eden Mısırlılara yeni rejimin kurulması hususunda da sorumluluklarını yerine getirmelerini hatırlatırsak çok şey mi istemiş oluruz?
1-) Bu soruyu ortaya atmamın tek nedeni, Mısır devriminin başbakanı Dr. İsam Şerif’in körfez ülkelerini ziyaret etmesinin planlanmış olmasıdır. Ondan önce de Maliye Bakanı Dr. Semir Rıdvan, Mısır’daki ekonomik durumu desteklemek üzere müdahale etmeleri umuduyla IMF yetkilileriyle görüşmek üzere Washington’u ziyaret etmişti. Bana öyle geliyor ki Başbakanın gezisi ile maliye bakanının ziyareti arasında bir bağlantı vardır ve her iki ziyaretin amacı ile ilgili içimi kemiren bir şeylerin olduğunu gizlememe gerek yoktur. En azından kötü gidişattan kurtulmanın yolu bu değildir diye bir his var içimde diyeyim. Çünkü ben, sorunun bu şekilde, halkın işin içine sokulmadığı, tek başına hükümetin çözüm aradığı bu tarzda çözümlenmeye çalışılmasını arzu etmezdim. Bu tarz bir yaklaşım Mısır’ı kendisinden istenen ülke olmaktan çıkarıp başkalarından isteyen ülke durumuna soktuğu için. Biliyorum, beklenen ve anlaşılır sebeplerden ötürü bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Bu durum ülkemiz açısından ne bir sürprizdir ne de garipsenecek bir şeydir. Şu anda, Fransa ve İngiltere’den tutun İspanya’ya, Yunanistan’a kadar birçok Avrupa ülkesinin farklı düzeylerde de olsa ekonomik krizle boğuştuklarını biliyoruz. Gayet sakin, paniklemeden, ortalığı velveleye vermeden krizle baş etmeye çalıştıklarını gözlemliyoruz.
Bu değerlendirmelere, hükümetin devrimden sonra ortaya çıkan ekonomik sorunları çözme yöntemine ilişkin üç çekinceyi eklememin gerekliliğine de inanıyorum:
Hükümetin tavrı yeterince şeffaf değil. Aslında konuştuğum bazı iktisatçıların değerlendirmesidir bu. Onları dinlerken şunu anladım. Ekonomistler ortada bir kriz olduğunu biliyorlar, ama gerçek boyutlarından haberdar değildirler. Tehlike sınırına gelmiş mi yoksa hala kabul edilebilir sınırlarda mı, bilmiyorlar. Silahlı kuvvetler yüksek meclisinin 7/4 tarihinde bir toplantı düzenlediği ve bu toplantıda ekonomik durumun değişik yönleriyle ele alındığı biliniyor. Ancak katılımcıların büyük çoğunluğu medya mensuplarından, politikacılardan oluşuyordu, çok azı iktisatçıydı.
Başbakanın ziyaret ettiği körfez ülkelerinden bazılarının Mısır’da gerçekleşen devrimden mutlu olmadıkları, en azından içlerine sindiremedikleri herkesin malumu. Hatta bu ülkelerden biri son dönemlerde devrimlerin yaşandığı ya da ayaklanmaların sürdüğü ülkelerin vatandaşlarına vize vermediği ya da vize vermek için yeni şartlar koştuğu bilinmektedir ki vatandaşları bu tür muamelelere maruz kalan ülkelerden biri de Mısır’dır. Bu arka plandan dolayıdır ki Başbakan’ın çözmeye çalıştığı bu soruna katkılarını beklediği söz konusu ülkelerin içtenliğinden derin kuşkular duymaktayız.
Hükümet, krizi çözmek için iç dinamiklerle diyalog kurmanın yöntemlerinden yeterince istifade ettikten sonra dışarıyla bu tarz bir temasa geçmeliydi. Bu bağlamda-iddia ediyorum- krizi bloke etmek hususunda kafi derecede iç dinamikler mevcuttur. Şayet hükümet bunları gerektiği ölçüde devreye sokabilseydi dış merkezler karşısındaki konumu çok daha iyi bir düzeyde olabilirdi.
1-) Veren el alan elden üstündür
Dile getirdiğim hususlar bağlamında sıkıntılı duygulardan hareket ettiğimi gizlemiyorum. Bunların nedeni de Mısır düzleminde ortaya atılan bir takım önerilere yönelik çekincelerimin şekillendirdiği kişisel tavrımdır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
İktidar meselesinin bu kadar önemsenirken toplumsal rolün görmezlikten gelinmesine karşı çekincelerim var. Çünkü toplumun sağlıklı olması iktidarın istikamet üzere olmasının temelini oluşturur, iktidarın şu veya bu şekilde sapmasını önleyici rol oynar. Örneğin medyanın, başkanlık seçimlerinden önce yapılacak halk meclisi seçimlerinden hemen hemen hiç söz etmemesine karşın yoğun bir şekilde başkanlık seçimleriyle meşgul olmasını, kamuoyunu meşgul etmesini anlamış değilim. Oysa parlamento seçimlerinin halkın özgür temsili ve Mısırlıların üzerine titredikleri Demokratik rejimin kurulması hususunda bir ilk adım mesabesinde olduğunu biliyoruz.
Sivil toplum olgusu görmezlikten gelinirken sivil devlet düşüncesi üzerinde bu denli ısrar edilmesi karşısında kuşku düzeyine varan derin endişeler içindeyim. “Sivil Devlet” sloganını gündemde tutmak amacıyla aydınların ve politikacıların öncülük ettikleri bu medya saldırısını doğrusunu isterseniz anlayabilmiş değilim. Bunun yanında siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanların her birinde aktif rol oynayan yerel örgütlerin temsil ettiği “sivil toplum” kavramını savunma adına en küçük bir çabanın sarf edildiğine tanık olmuş değiliz. Neticede söz konusu örgütler bağlamında dikkat çekecek hiçbir gelişmeyi gözlemleyemiyoruz.
İnsanlara güven duyulmamasını, üretim ve yaratım hususundaki yetkinlikleri bir yana, “verme, bahşetme” kabiliyetlerinin bu denli küçümsenmesini de endişeyle izliyorum. Aslında toplumun gücünü, öfkesini uzak yakın herkese kanıtlayan bir sahneden henüz çıkmış olmamıza rağmen böyle bir tutum içine girilmesi insanı dehşete düşürüyor. Milyonlarca Mısırlının ülkenin dört bir yanında meydanları doldurmasından, rejimin yıkılmasını ısrarla talep etmesinden, rejimin zebanilerine eşi görülmemiş bir cesaretle karşı durmasını, o göz kamaştırıcı sahneyi kast ediyorum. İnsanlar, içlerinde bir kararlılık, bir cesaret kırıntısı olmaksızın böylesine muhteşem bir devrimi gerçekleştirmişler gibi. Halbuki bu sahne geniş kitlelere güvenmemizi gerektirdiği gibi şu soruyu sormamızı kaçınılmaz kılmaktadır: Eski rejimi yıkma başarısını gösteren bu ruhu nasıl yeniden canlandırabiliriz, bu muazzam enerjiyi nasıl yeni rejimin kurulması sürecinde etkin hale getirebiliriz?
Ben, Resul-i Ekremin (s.a.v) “Veren el alan elden üstündür” hadisini şiar edinenlerden biriyim. Bu yüzden Mısır’ın istenen ülke olmaktan çıkıp isteyen ülke konumuna getirilmesini kabullenemiyorum. Çünkü isteyen kimsenin daima zayıf konumda olduğu bir sır değildir. Elbette biliyorum, uluslararası kuruluşlardan veya bankalardan kredi almak her zaman başvurulan bir yöntemdir. Ama herkesin yaptığı gibi onurunu koruyarak borçlanman, sonra da başı dik bir şekilde ödeme şartlarına bağlı kalman, ödemede bir sorun olunca da makul bir süre talep etmenle, borcunun silinmesi, hibe edilmesi için yalvarman arasında fark vardır. Mısır maliye bakanının Washington’a yaptığı son ziyarette böylesine onur kırıcı bir tutum içinde olması devrim sonrası rejimin saygınlığına halel getirdiği gibi ülke yönetimi hususunda samimiyetini ve yeterliliğini de sorgulayıcı bir atmosferin oluşmasına yol açıcı niteliktedir.
3-) Kemer sıkma politikası ilan edilmeli
Şayet her açıdan hükümete yaslanma ve toplumu görmezlikten gelme mantığına büsbütün teslim olmazsak, soruna karşı koyma yükümlülüğünün her iki tarafın omuzlarına birden bindiğini görürüz. Bu bağlamda hükümete düşen sorumluluk üzerine uzmanlarla, görüş sahibi kişilerle konuştum, konuyla ilgili söyleyecekleri çok şey olduğunu gördüm. Burada yazacaklarım salt bir özetten ya da daha geniş bir tartışmaya zemin oluşturacak bazı başlıklardan ibaret olduğunu belirtmem gerekir. Bu konuda Dr. Kemal el-Cenzuri (eski başbakan), Dr. Hazım el-Beblavi, Mahmud Abdulfudayl, İbrahim el-İsevi ve Eşref Bedruddin (daha önce halk meclisi planlama ve yurttaşlık komisyonu üyesiydi) gibi uzmanlarla konuştuğum zaman dikkatimi, üç esas üzerinde aralarında görüş birliğinin bulunması dikkatimi çekti:
- İktisadi duruma ilişkin gerçekleri açıklıkla halka duyurmanın zorunluluğu,
- Gerekli çözüm yolları, krizden çıkış için süre tayini ve önceliklerin tertibi hususunda ittifak sağlamak üzere uzmanlarla diyalog içinde olmanın önemi
- Kemer sıkma politikasının tereddüt göstermeksizin ilan edilmesi. Bu işte hükümet öncülük etmelidir. Harcama kalemleri yeniden gözden geçirilerek gereksiz tüm harcamaların önü alınmalıdır. Özellikle seçkinlerin, yüksek bürokratların, elçiliklerin harcamaları, dış ülkelerdeki diplomatlar dışında tanıtım amaçlı temsilciliklerin düzenledikleri kutlamalar ve israf derecesinde gerçekleşen harcamaları frenlenmelidir. Bu uygulama hayata geçirilirse, bu takdirde hükümet, kemer sıkma politikası hususunda halka örneklik oluşturmuş olur. O zaman onların da kemer sıkmalarını, bizzat kendisinin uyguladığı politikayı uygulamalarını isteyebilir. Yukarıda sözünü ettiğim uzmanlar iki önemli noktaya daha dikkat çektiler. Birincisi, bazı kamu kurumlarına ayrılan ödeneklerle ilgilidir ki akıl almaz meblağları bulan bu ödeneklere sınır getirilmesi gerekir. Krizle boğuşan bir ülkede bu tür tahsisatların bulunması akıl karı değildir. İkincisi, bazı bakanlıklarda ve kamu kurumlarında oluşturulan özel fonların gelirleriyle irtibatlıdır. Son mali yıl hesaplamalarında 21 milyar cüneyh’i bulduğu görüldü. Uzmanlara göre bu, korkunç bir rakamdır ve ülkenin kalkınması için kullanılması, denetimden, soruşturmadan uzak alanlarda kişilerin kafalarına göre harcama yapabilecekleri şekilde başıboş bırakılması büyük bir kayıp olur.
Ekonomistlerin daha çok söz sahibi olmaları bir zorunluluktur ve kuşkusuz onlar benden çok daha isabetli önerilerde bulunacaklardır. Bu nedenle meseleye fazla girmiyorum, ama meselenin toplumsal boyutu üzerinde daha ciddi durmamız gerektiğini vurgulamak istiyorum.
4-) Dışarıda çözüm aramadan önce
İmamu’l Haremeyn Abdulmelik el-Cuveyni’nin “Ğiyasu’l Umem” adlı eserinde bir fetvasını okumuştum. Şöyle yazıyordu adı geçen fetvasında: “Devlet başkanı hac görevini yerine getirmeye karar verdiğinde, bu ziyareti halkın çıkarının bozulmasına yol açarsa, bu niyeti hakikate karşı haram işlemek mesabesinde olur.” Devrim hükümetinin (önümüzdeki haziran ayına kadar) mali bütçenin ihtiyaçlarını karşılamak için 2 milyar dolar tutarında bir meblağa ihtiyaç duyduğunu gazetelerden okudum. Bu arada Mısırlıların her yıl bu tutara yakın bir meblağı umre ve hac için harcadıklarını da biliyordum. Derhal Uluslararası Müslüman Alimler Birliği Başkanı Dr. Yusuf el- Kardavi’ye telefon açarak şu soruyu yönelttim: “Umre veya hac ziyaretinde bulunmaya niyetlenen kimseleri, umre veya hac için harcayacakları parayı şimdiki kriz şartları nedeniyle ülkenin ekonomisini desteklemek maksadıyla oluşturulan fonlara vermeye çağırmak caiz midir? Bu şartlarda umre veya hac ziyaretinde bulunmanın hükmü nedir? Zengin Müslümanların vermekle yükümlü oldukları zekatın harcandığı kalemler arasına ülke ekonomisinin desteklenmesi de girer mi? Soruyu telefonla yöneltmiştim. Cevabını verdikten sonra not alıp tekrar ona okudum ve onayını aldım. Dr. Kardavi’nin cevabı şudur: “Müslümanların ülkesi olağanüstü bir döneme girer de mali gelirlerde bir azalma söz konusu olursa devlet başkanı, farz olmayıp sadece nafile ibadet konumunda olan umre ziyaretlerine sınırlama getirebilir. Aynı durum nafile mesabesindeki gönüllü hac için de geçerlidir (çünkü bir Müslüman bir kere hac ziyaretinde bulunmakla yükümlüdür, bundan fazlası nafile ibadet hükmündedir). Bu sınırlama, kişinin umre veya hac ziyareti için para ayırdığı durumlarda geçerlidir. Bedava olmak üzere bu tür bir ziyarete gidecek kişinin ziyaretine engel olunamaz. Müslüman kişi, hac veya umre ziyaretinde bulunmak üzere niyet ettikten sonra ayırdığı meblağı ülkenin ekonomisini desteklemek maksadıyla oluşturulan fona verirse, umre veya haccın sevabına nail olur. Zekatın Müslüman ülkenin ekonomisini güçlendirilmesi ya da vatandaşların ekonomik durumlarının düzeltilmesi maksadıyla verilmesine gelince, bu, zekat harcama kalemleri arasında yer alan, meşru ve muteber başlıklardan biri olan “Allah yolunda” kavramının kapsamına girer.” Çok önemli bir fetvadır bu. Dini kurumlar ve İslami araştırma merkezleri de onaylarsa, bu takdirde krizin aşılmasında son derece önemli ve yapıcı bir katkısı olacağı gibi, inanç enerjisinin toplumsal çıkarlar için değerlendirilmesinin kapısını da açmış olacaktır bizim için. Bunun ötesinde insanlar arasında dini değerlerden nefret etme amacıyla yaygınlaştırılan şayiaların ve imaların girdabından da çıkmamıza yardım edecektir. Toplumu bölmek, farklı toplumsal yapıların birbirleriyle kurdukları pozitif ilişkileri bozmak maksadıyla yürütülen din karşıtı, dini değerleri karalama kampanyalarını da sonuçsuz bırakacaktır. Bunun ötesinde keşke medyamız geçmişle, şu anda Tarra hapishanelerinde cezalarını çeken eski rejim kurmaylarının hayatlarının ayrıntılarıyla uğraşacağına, biraz da ilgisini şu önemli hususlara verseydi. Fabrikaların normal kapasiteleriyle çalışır hale gelmesi için kamuoyunu motive etmek mesela. Çünkü sanayi üretimi %40 oranında gerilemiş bulunuyor. Doğal olarak işçilerin gelirleri de gerilemiştir. Öyle ki bazı fabrikalar kapılarına kilit vurma noktasına gelmişlerdir. Medyanın dikkat çekmesi gereken ikinci husus ise gerçekçi bir tüketim bilincinin oluşturulmasıdır. Şu anda hiçbir mantıkla izah edilemeyecek, özellikle bugünkü şartlarda büsbütün mantık dışı görünen bir tüketim anlayışı hakimdir ülkemizde. Bu hususta şu örnek yeterince açıklayıcıdır: Mısır dünyanın en büyük buğday ithal eden ülkesidir (yıllık 6 milyon ton. Bu da 2 milyar dolar eder). Yine Mısırlılar buğday tüketiminde de dünyada ilk sıradadırlar. Kişi başına yıllık 130 kg buğday düşüyor. Buna karşılık gelişmekte olan ülkelerde bu oran 60 ile 70 kg arasında değişiyor. Bir de sübvanse edilen unun karaborsada satılmasına dair söylentiler ayyuka çıkmış olmasına karşın henüz önlenmesi hususunda ciddi bir sonuç alınmış değildir. Hele ekmeğin hayvanlar için yem olarak kullanılması var ki inanılır gibi değil. Bunlar, dışarıda çözüm aramaya çıkmadan önce toplumsal seferberlik ilan edilerek üzerinde durulması gereken birkaç örnektir. Tabi, şayet ekonomik krizden çıkmak amacıyla kemer sıkma politikasını izleme hususunda kararlı isek. “Sivil toplumun” üstlenmesi gereken bir sorumluluktur bu. Son zamanlarda sivil devlet, dini devlet arasındaki savaşla fazlasıyla meşgul olan aydınlarımızın unutmuş göründüğü “sivil toplum”.
Kaynak: Star