Aradan haftalar, hatta aylar geçti, yokluğu hâlâ kesinlik kazanmadı gözümde. İnsanlar teselli ediyorlar: İyi bir ölümdü, elden ayaktan düşmedi, kendine yakışır bir şekilde vakarla gitti Yaradan’ın huzuruna.
Ebeveynsiz, kendini bu dünyada insan teki olarak daha net bir bakışla kavrama noktasında oluşan kesinti bir boşluğa dönüşmemeli, ama nasıl… Yitirdiğim sadece o değil, çocukluğumun sadece onda kalan sahneleri de... Bir de ölümle aranda senin için canını verebilecek kişi yok artık.
Öyle olmalı. Neyi sorgulayabilirsin ki zaten ölüm karşısında, varlığı yüce bir bağış olarak kavrıyorsan… Varlıkla, varoluşla ilgili, hayatla, Hayatı Veren’le, vadeyle, vadesi dolanla bağlantılı ilk düşüncelerin ardından daha az kusurlu olabilecekken hayatın telaşına yenilerek aceleye gelmiş kendi davranışların geçer aklından tek tek. “Ebeveynin Ölümü-Yeni Bir Yetişkin Kimliğine Geçiş” kitabının yazarı Debra Umberson’un dediği gibi: Ebeveynin ölümü bir bakıma kişinin kendisini yeniden doğurması anlamına geliyor. Kendini terbiye ve beklentilerine göre de biçimlendirdiğin, bir yandan ondan kopmaya çalışırken bir yandan da hep tarafına doğru çekildiğin kişi artık başka bir âlemde…
Ve o çoktan bulunduğu mekândan kopmuş, ebedi âleme doğru yola düşmüştü. Etrafındakileri de tanımadan, sadece göz alışkanlığı üzerinden algıladığına göre, toplumsal bağların da uzağındaydı. Bir ayağıyla göz önündeyken, ziyadesiyle berzahtaydı sanki…
Sözgelimi benim geliş gidişlerimi algılayamaz olmuştu. Ne zaman geldim, nereye dönüyorum ve niye… Akşam karanlığı çöktüğünde yola düşeceksem hele, hiç katlanamazdı. Birçok bilgiyi yitirse de mantığı ve kalbi sağlamdı. Ya gelme, ya da bu saatte gitme! Ben gitmekte diretiyorum diye oluşan laf kalabalığı yüzünden birbirimize kırıldığımızı belli etmemiş de olabiliriz. Bir müjde ihtimali vardı arada hep, bir sürpriz, farklı bir hazır oluş ifadesi... Bir şeyler nasılsa değişecek ve yanlış anlamalar kalkacaktı ortadan. Sonuncu ayrılığımızda yanaklarından öptüm; her zaman yapmazdım. Yeni mi geldim, gitmeye mi hazırlanıyorum, yine karar veremeyerek bakmıştı.
O bakış aynı zamanda Ayla Kerimoğlu’nun annesi Hünkare Teyze’nin de bakışıydı. Ayla annesini bir yıl önce, Mayıs ayında yitirdi. Dün de Emine Teyze vefat etti, Ayşe Böhürler’in annesi. İkindi namazından sonra dualarla Karacaahmet Camiinde ebedi yolculuğuna uğurladık Ayşe’nin sevgili annesini. Allah rahmet etsin.
Hepimiz aslında bir yetimliğe doğru adımlıyoruz hayatı. Bu yoksunluk o denli katlanılamaz olsaydı, peygamberler babasız yetişmezdi. Muhsin Mahmelbaf “Başkasının Ölümü”nde anlatmıştı ya… Ölen sanki hep başkalarının babaları olacaktı. Ölmeden önce ölmeyi anlamaya çalışmış, ama galiba ona yeterince inanmamışım. İnsanlar gencecik yaşta babalarını yitiyorlar, diye uyarıyorum kendimi. Peygamberimizi düşünüyorum, onun annesi Amine ile hiç görmediği babasının kabrini ziyaret için Medine’ye yaptığı yolculuğu… Zeynel Abidin Rahnuma’nın görkemli siyeri “Fahriâlem’de anlattığı Medine’de ilk kez gördüğü su kanalları ve su havuzlarının etrafında koşarken, akrabalarının evinde çocuklarla oynarken, bu evin avlusunda beslenen rengarenk güvercinleri gökyüzüne uçururken gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum. Hayatı babasız adımlamaya alışkın olan çocuk daha sonra babasının kabri başında ağlayan annesini teselliye çalışacak. “Anne! Gözlerin tekrar onu görecektir. Gözyaşlarıyla gözlerini mahvetme! Ben de bir gün onu göreceğim.”
Annesini teselli eden çocuğu gün gelecek kızı Fatıma, Kureyş müşriklerinin saldırırlarından korumaya çalışacak, minik elleriyle.
Yetimlerle konuşurken peygamberimizin yetimliğini hatırlayarak saygıda kusur etmemeyi de babam öğretmedi mi bana, vermeyi sevdiği hayat dersi içeren küçük konferanslarında… Ben de artık babasız bir insandım; arkadaşlarım, kara gün dostları, iş saatlerini yanımda bulunmaya feda edenler, Yasin Suresi’ndeki tebliğcinin üşenmek bilmeyen adımlarıyla, şehrin en uzak köşelerinden aktılar babamdan boşalan eve, günlerce. İşi başından aşkın olan telefonla yetişmeye çalıştı taziye ortamına. Havva Sula koşup geldi, Bahçelievler’den, her zamanki enerjisini hiç sakınmadan, o da babasını yenilerde yitirdiği halde… Birbirimize söyleyebileceğimiz sözler gözlerimizden taşıyor, ya da aslında hiç konuşmadan öylece sessiz oturabilirdik. O da babasını yitirdi yakın günlerde, sabah namazı sırasında camiye giderken bir kazaya uğradı, geniş bir çevrenin alim ve fazıl kişiliğiyle sevip saydığı Ali Şükrü Amca. Havva ve Ayşe Sula ile taziye günlerimiz birbirine karıştı.
Babama karşı bir kişilik göstergesi olarak geliştirdiğim jestlerin bir karşılığı yok artık. Bundan böyle geç saatlerde yola çıkmalarımla ilgili kaygıları kimse onun gibi dile getirmeyecek. Hiçbir yetişkin ebeveyninin ölümünden sonra aynı kalacağı beklentisi içinde olmamalıdır, diye yazıyor Umberson. Ebeveynin kaybı, yeni bir yetişkin kimliğine geçiş töreninin temsili.
Yas günlerinde sadece rutin yazılarımı yazdım, bazen yedek yazı kullandım. “İslami” bir çevresi olan bir dergiden aradılar, yazı istediler. Durumumu anlattım; ancak rutin yazıları yazmaya güç yetirebiliyorum. Sanki bir yazı makinesiyim ben! Ne yeniden arama, ne taziye, ne rahmet dilemeler… Modernizmin sebep olduğu vakit bahanesi, antimodernist söylemler üzerinden muhalif bir dil geliştirmeye çalışan Müslümanlar için bile fazlasıyla kullanışlı. Gerekli yazıyı veremeyen biriyim sadece, babamı yitirmiş olmamın bir önemi yok, dergide boş kalacak sayfanın yanında. Bir sivil toplum aktivitesi için de aynı şey oldu. Babam vefat ettiği için katkıda bulunamayacağımı yazdım. Geri dönüp de başsağlığı dilemedi kimse. İlgi gösterilecek insan (Müslüman, mazlum, acı çeken kişi) uzakta, sınırların ötesinde, el değmeyecek bir yerlerde, hep daha uzakta.