Duyarsızlık



Modern dönemin başat ideolojisi milliyetçilik oldu. Liberalizm ve sosyalizm, milliyetçiliğin gölgesinden hiçbir zaman kurtulamadı.

Çünkü her ikisi de, farklı nedenlerle otoriter zihniyetten uzaklaşmamıştı ve ulus devletlerin dünyasında 'milli' olanın içine hapsoldular. Milliyetçilik hayali bir milletten yola çıkarak önce devleti tanımladı. Ne de olsa milletin çıkarlarını bilmek için, sıradan bireylerden daha kalıcı bir özneye ihtiyaç vardı. Devlet ise toplumu, içini kendi belirlediği 'milli kimlik' üzerinden 'yeniden' milletleştirdi. Bu sürecin en kritik ayağı tarihin yeniden yazılması ve 'millete özel' unutma ve hatırlama mekanizmalarının oluşturulmasıydı. Böylece her millet, doğruluğuna inandığı ama büyük çapta deforme edilmiş bir tarihsel gerçeklik algısı geliştirdi. Söz konusu yaklaşım her milletin farklı hassasiyetler geliştirmesine, bunları kendi mahremiyeti olarak telakki etmesine neden oldu. Ne var ki bu süreç aynı zamanda utanç verici bir duyarsızlığın da tohumlarını ekti. Toplumlar kendi kimliklerini oluşturan öğelerin dışındaki her şeyi bir başka kimliğin unsuru olabileceği ihtimalini hesaplayarak algılamaya başladılar.

Neredeyse devlete ihtiyaç kalmamıştı: Kendilerini birer 'millet' olarak algılayan toplumsal parçalar, dışlarında kalan kimlikleri doğal olarak dışladılar ve uygun ortamı bulduklarında da ezdiler. Kimlik, insanî duyarlılığın da sınırını çiziyordu... Öte yandan birer insan olarak bu duyarsızlığı taşımak, kendimizi gayri insanî bir konumda algılamak az buz yük değildi. Bu noktada devlet ve 'hukuk' milliyetçiliğin kurtarıcısı oldu. Eğer bir duyarsızlık varsa bu devletler arası kaçınılmaz dengeler ve 'hukukî' sınırlamalar nedeniyleydi... Kısacası biz sıradan vatandaşların hiçbir sorumluluğu yoktu... Bizler duyarsızlığımızı devlete havale ederek 'nesnelleştirmenin' rehaveti içinde küçük hayatlarımızı gönül rahatlığıyla sürdürebilirdik. DEVAMI>>