Dubai'nin sonu baştan belliydi

Gelecek nesiller 21. yüzyılın başındaki büyük çöküşün hikâyesini anlatmak için çocuklarını karşılarına oturttuklarında, anlatmaya kesinlikle Dubai adlı bir yerin ibret alınacak öyküsüyle başlayacaklar.

Ayrıntılar yıllar sonra bulanıklaştığında, öykü kulağa İncil'den fırlamış bir hikâye veya bir Ezop fablı gibi gelecek: "Çocuklar, dünyadaki en şatafatlı krallığı yönetmek için yanıp tutuşan bir çöl kralının hikâyesi bu. Gezegendeki en yüksek binayı ve tahayyül edilemeyecek kadar şaşaalı otelleri istiyordu o.

Çölün kumları hızlı arabalarla kaplanana dek gökten altın ve gümüş yağdı; sabahlara kadar oluk oluk şampanya akıtılıyor ve insanlar altına batırılmış, kaz ciğeriyle aromalandırılmış istakozlu suşilerin tanesine 100 dolar veriyordu. Doğa bile ona engel olamadı. Bir yerde plaj yoksa oraya plaj yapılmasını emretti; bunları öyle bir yaptırdı ki, tanrılar cennetten aşağıya baktığında bir palmiye veya dünya haritasını görüyordu. O kadar çok parayı o kadar süratle harcadı ki, hızına yetişmek imkânsızdı. Tek bir sorun vardı. Paranın hepsi borç alınmıştı. Ve bir gün herşey yeniden kuma doğru kaymaya başladı..."

Boğazımıza kadar borç içindeyiz
Hikâye belki tam olarak böyle bitmeyecek ama akılda kalacağı kesin. Zira küresel kapitalizmi sakatlayan kriz için en mükemmel metafor Dubai. Otokrat Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum'un rüyası ne ekonomik, ne ahlaki ne de çevresel açıdan sürdürülebilirdi. Fakat Araplara Londra, New York ve Frankfurt'taki Batılı kalelerle boy ölçüşecek bir finans merkezi inşa edebileceklerini düşünerek yanıldıklarını söyleyip ukalalık yapmaya hakkımız yok. Dubai'yi küçümseyemeyiz çünkü onun hataları bizim de hatalarımız.

Parayla uğraşan adamların sırada kimin olduğunu şimdiden sormaya başlamasının nedeni de bu: Financial Times 'sıra Yunanistan'da mı?' diye merak ederken, başkaları Letonya, Macaristan ve hatta İrlanda için bile kaygı duyuyor. Bu ülkelerin hepsi de Dubai'yle aynı hatayı yaptı. Kredi kartını çıkarıp çılgın bir alışveriş krizine girdiler ve şimdi faturanın son ödeme tarihi geldi. Bunu hepimiz yaptık. Japonya gayri safi yurtiçi hasılasının iki katı kamu borcuna doğru yol alırken, ABD'nin borcu da neredeyse ekonomik üretimine eşit. Gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 89'una tekabül eden bir borç tahminiyle, Britanya da aşağı kalmıyor.

Bu bağlamda, Burç el Arap'ın dünyanın tek yedi yıldızlı oteli olmasını isteyen Şeyh, karavan parkından bir apartman dairesine taşınan Floridalı çiftten pek farklı değil. Şeyh de bu çift de, kendilerinin olmayan parayla ödeyemeyecekleri birşey satın aldılar. Bu tabii ki ekonomik açıdan sürdürülebilir değildi, fakat bizle onlar arasındaki fark türden ziyade seviyeyle ilgili. Dubai'nin patlaması, kimsenin düşeceğine inanmadığı emlak fiyatları ve düşük faiz sayesinde akmaya devam eden 'ucuz para'yla ateşlenmişti. Kulağa tanıdık geliyor ve sebebi de sadece yakın geçmişimizi tarif ettiği için değil. Zira bu hikâye bugünümüzü de anlatıyor. Bugünün neredeyse sıfır-faiz rejimi, kendimizi içinde bulunduğumuz mevcut delikten tam da buraya girmemize yol açan araçlarla çıkarmaya çalıştığımız anlamına geliyor: Ucuza ödünç aldığımız nakiti harcayarak.

Biz Britanya'dakiler Dubai'yi küçümsemekten özellikle kaçınmalıyız. Finans ve turizm mıknatısı haline gelmeye çalışan Dubai için en çok dile getirilen eleştiri, aslında hiçbirşey üzerine inşa edilmiş olmasıydı. Gerçek bir ekonomi yoktu; 
Dubai aslında hiçbir şey üretmiyordu. Londra'nın finans merkezine ve hizmet sektörüne bağımlı olan post-endüstriyel Britanya farklı olduğunu iddia edebilir mi? Biz de pek birşey üretmiyoruz.

Çinli işçiler de bizi 'yaşattı'...
Bununla birlikte, Dubai konusunda insanı çileden çıkaran bir başka şey daha var: Bu gözleri yuvalarından fırlatan lüks, modern kölelik koşullarında çalışan yabancı işçilerin sırtında inşa edildi. Hindistan, Bangladeş, Nepal ve Asya'nın diğer yerlerinden gelen bir milyondan fazla erkek ve kadın, Dubai'yi uykucu bir balıkçı kasabasından parıldayan bir Arap Las Vegas'ına dönüştürdü; ödülleri de kendilerine hiçbir hak verilmemesi ve yetersiz maaşlar oldu. Onlar, her biri en az 3 bin insanla ağzına kadar dolu olan çalışma kamplarında uyuyor. Sıkı hiyerarşik sisteminde, rolleri yabancılarla zengin yerlilere hizmet etmek. Adeta bir köle toplumu.

Bunu tiksindirici bulabiliriz. Ancak burnumuzun dibindeki gerçeği de gözardı etmeyelim. Batı 2008'den önce ekonomik patlamanın tadını çıkardıysa, bunu düşük enflasyon sayesinde yaptı. Enflasyon nasıl bu kadar düşük kaldı? Çünkü bizim köleliğe yakın bulacağımız maaşlar için ter dökmeye hazır milyonlarca Çinli işçi sayesinde emek maliyeti düşük tutuldu. Evet, Dubai'de Hermes çantalara ve Manolo Blahnik ayakkabılara saldıran kadınlardan tiksinebiliriz. Fakat onlar, Britanya'daki Primark mağazasında indirimleri havada kapanlardan farklı değil. İki grup da, uzakta bir yerlerde birisinin çok az para karşılığı çok fazla emek sarf etmeye hazır olduğu gerçeğine bel bağlıyor.

Dubai çevresel olarak da ağzınızı açık bırakır. Bahçeleri serinletmek için açık havaya soğuk üfleyen klimalar, sanki zorunlu olan 4x4'ler, kavurucu bir çölün bile ortasında sıcaklığın sıfırın altında tutulduğu kapalı kayak merkezi... Birleşik Arap Emirlikleri'nin kişi başına karbon emisyonu listesinde ikinci olmasına şaşmamalı. Fakat fosil yakıt tüketimimizin de bizi suçsuz kıldığı söyleyemeyiz.

Bununla birlikte, Dubai'den çıkan dersler hikâyenin aynı derecede önemli olan bir başka kısmını gölgelememeli. Şeyh'in öyle değilmiş gibi davranma çabasına rağmen, Dubai dünyanın herhangi bir başka yerinde de varolabilecek türden, icat edilmiş bir harikalar diyarı değil. Dubai Basra Körfezi'nin parçası ve bölgenin en çirkin yüzünü ortaya çıkarıyor.

Zenginlerin oyun parkına son
Diğer emirlikler ve Körfez ülkeleri gibi Dubai de muazzam servetini halkını geliştirmek için kullanmadı. Durham Üniversitesi'nden Christopher Davidson'ın dediği gibi "İhtiyaçlarını ihraç ederek hazıra kondular." Körfez ülkeleri Batılılaşmış bir toplumun gösterişli yüzünü temsil edebilecek mimarları ve şefleri 'satın alıyor', halkın yeteneklerini beslemeleri gereken ara geçiş dönemini atlıyor. Bunun bir örneği, sporda başarı elde edilememesi sorununu yabancılara vatandaş olmaları için para ödeyerek çözen Katar. Bu strateji, Saif Said Esad'ın 2000 Olimpiyatı'nda halterde bronz madalya kazanmasıyla meyve verdi. Esad'ın aslında yeni adıyla yarışan Bulgar Angel Popov olduğunu sadece bilgiçlik taslayanlar dile getirdi.

Başka bir rota var; yelken şeklindeki otellerin, yapay takımadaların ve Paris Hilton'un ayarındaki partilerin değil, İslam'ın altın çağındaki âlimlere rakip çıkacak şekilde üniversitelerle dolu bir bölgenin hayalini kuran bir rota bu. Arap dünyasının en zengin çocukları için bir oyun parkından ziyade bu dünyanın tümü için ilham kaynağı olabilecek bir Körfez bölgesini tahayyül edin. (1 Aralık 2009)

Kaynak: Radikal