Duanın gücü, kelimelerin büyüsü

 


         I-Meslekler insan mizaçlarını şekillendirmekte etkili oluyor kuşkusuz. Fakat mizaçlar da ola ki seçilmiş bir mesleğe yönlendiriyor kişiyi. Mehmet Akif’in şairliği, veterinerlik mesleğini unutturdu. Gauguin 40 yaşından sonra resim yapmaya başladı, Saramago kendini roman yazmaya daha fazla vermek için devlet dairesinden emekli olmayı bekledi. Yıldız Ramazanoğlu eczacılık, Sibel Eraslan hukuk tahsili gördü. Aslı Erdoğan fizik okumuş üniversitede. Nadiren çocukluk düşlerimizi süsleyen mesleklere yöneliyoruz. Mizacına uygun bir mesleği seçmiş olana ne mutlu!

         Toplum ve kültür bize hangi mesleklerin uygun düşeceğini küçük yaşımızdan itibaren bildirmeye devam ediyor. Pek az insan iş bulma güvencesiyle ve toplumsal itibar umuduyla desteklenen telkinlere kafa tutabilir.

         Eski Yunan’da, özellikle Platon’da açığa çıkan kemikleşmiş  bir görüştür, işçiye köylüye felsefenin şiirin yakıştırılmaması. Jacques Ranciere “Filozof ve Yoksulları” isimli kitabında Batı felsefi ve siyasal düşünce geleneğine sert bir eleştiri getiriyor ve bu geleneğin -sol fikriyatın Marx, Sartre ve Bourdieu gibi üç önemli isminin bile- toplumun bir kesimine felsefeyi yasakladığını, “işçisin sen işçi kal” diye buyurduğunu geniş bir bağlamda anlatıyor.

         Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre de Türk milleti askerdir ve öyle de kalmalıdır. Osmanlı konusunda uzman sayılan Ortaylı, Türk milleti soyutlamasını Osmanlı’yı paranteze alarak yapmış olmalı. Askerin darbelerle ülkeyi karıştırmasına müsamaha gösteren bir devlet yapısı, bir seçkin kabulü yoktu Osmanlı’nın.


         II- İnsanlar meslek seçimi konusunda takriben üç sınıfa ayrılıyorlar. Kimileri doğuştan getirdikleri ve sonra da geliştirdikleri yetenekleri istikametinde bir meslek edinmeyi başarıyor er ya da geç ki bu yolda ne kadar mücadele vermiş olurlarsa olsunlar, bahtiyar insanlardır o kişiler. Kimileri de var ki kararsızlıkları ya da talihsizlikleri nedeniyle hayatlarının akışına hâkim olamıyor ve sevmedikleri bir işte ömürlerinin en güzel çağını tüketiyorlar.

         Bir de iş mizaçlarındaki kararsızlığın etkisiyle hiç bir işte dikiş tutturmayan, bunu da o kadar önemsemeden hayat boyu yalpalayan insanlar var. Onlar bize çoğunlukla (bohem) sanatçı olarak görünür.

         Somerset Maugham’ın Hayatın Esiriyiz isimli romanındaki kahramanlardan biri olan şair Hayward gibi... Parasızlıktan, sefaletten kırılıyor. Dostları bir iş buluyorlar; bir gazetede şiir, edebiyat eleştirileri kaleme alacak. Düşünmek için izin istiyor ve sonunda bu iş teklifini, temel meşgalesinin düzenini karıştıracağı gerekçesiyle kabul etmiyor. Nedir temel meşgalesi peki? “İç dünyam” diye cevaplıyor Hayward bu soruyu.

         Hayward’ın disiplin gerektiren bir işe, bu iş kelimelerle ilgili olsa bile kuşkuyla bakan fıtratı belli ki ne doktor, ne de asker olmasına izin verirdi. O, beklediği mısralar her an çıkıp gelebilir diye iç dünyasının sesini dinlemekten başka bir meşgaleye yanaşmadı, ölümü pahasına da olsa. Philip’ten asker olmasını beklemek ne denli akıl kârıdır bu durumda...

         Ben de hiç bilemem, insan nasıl elindeki silahla tarar düşman saflarına ait saydığı, içinde kimlerin yaşadığı belirsiz bir evi, bir araziyi. Kişi hangi cesaretle cerrah olur, nasıl girer bir beynin bir kalbin derinliklerine; bunu da sınırlı olarak tasavvur edebilirim ancak.

         Şunu bilirim: İşleri insan bedenini sağaltmak, onarmak olan doktorlar anı, roman, deneme yazmak isterler, şarkı söylemek için fırsat arar, şiir veya roman yazmaya çalışırlar. Bunu da hobi olarak yapmaz çoğu, bazen meslekler birbirine karışır. Kim Hüsrev Hatemi’nin şair olmaktan önce “tabip”  olduğunu söyleyebilir ki... 


         III- Büyükelçiler edebiyatla ilgilenir, mühendisler siyasetle; ev kadınları  resim kurslarına atarlar kendilerini, çocuk sorumluluğunun izin verdiği ilk fırsatta. Buna karşılık bir asker, üst düzeyde bir subay, dünyaya asker olarak geldiği izlenimini veren bir zırhın etrafından bakar dünyaya; bize öyle gelir. Pek çok erkek çocuğundan büyüdüğünde subay olmayı istediğini duyarız. Kışla, askeri darbelerin gelenek halinde sürmesine alışkın toplumlarda bir nüfuz sembolü halinde daima gündemdedir. Bu denli yaygın bir etkiye sahip bir mesleğin erbabı ise, iç dünyası itibarıyla tanınamaz, bilinemez kolay kolay. Aile çevremizde subay yoksa, bir subayı şarkı söylerken hayal edemiyoruz hemen. Hikaye veya roman yazarken bir subayı konu alma fikri üzerine düşüncelere dalıyoruz.

         Bazen hem asker hem de edebiyatçı kişiliklerle karşılaştığımız oluyor; İskender Pala gibi. Pala’nın ordudan atılma sürecinde yaşadıklarını  anlattığı “İki Darbe Arasında” isimli kitabını henüz okumadım, ama kitapta yer alıp da medya kanalıyla öğrendiğim anekdotlar, üretken bir edebiyatçının arka planını anlama konusunda çarpıcı bir tecrübeyi yansıtıyor.

         Pala sonuçta kendisinin de ifade ettiği gibi, sadece asker değil, duadan vazgeçmeyen bir edebiyatçı olduğu için de direnebilmiş, ordudan atılmasının ardından gelen sıkıntılı döneme. Oysa başı dik, gururlu ve ketum olmaya eğitilen asker kesimi için meslekten atılmanın ne denli ağır bir çöküntüye sebep olabileceği tahmin edilebilir.

         Askeri, subayı hatta işleri insanı sağaltmak olan doktoru zor mesleğin duvarları arasında kaybolmaktan kurtaran, yürekten yükselen duadır, şiirdir, şarkıdır.

         “Asker millet” tarifi konjonktürel olanı mutlaklaştıran bir algı seviyesinde bir milletin çocuklarının tahayyül gücünü, enerjisini ve gelecek umutlarını dar bir alana hapsediyor. Duanın ve şarkının sınırı yoktur oysa. Bu nedenle de insanımız “asker millet” klişesinin gösterdiği sınırlara hapsolmamayı başarıyor, askeri darbelere, bilgelikten uzak tarih yorumlarına, bütün ülke sathına yayılan nizamiye kapısı mantığına karşılık.