Demokrat Parti'nin (DP) büyük kongresinde ilginç bir yarışma yaşanıyor. Bu yarışmanın en tartışmalı adayı Hüsamettin Cindoruk. Cindoruk'un bu gelenek içinde yer almasına neden olan süreç, 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle tutuklanıp, daha sonra da idam edilen DP'li Başbakan Adnan Menderes'in avukatı olarak başlamıştı. (Daha sonra Aydın Menderes böyle bir avukatlığın olmadığını söyledi.)
27 Mayıs darbesinin ardından bu darbenin mağdurları Adalet Partisi'ni kurdular. Süleyman Demirel, Mendereslerden miras kalan bu geleneği devraldı. AP Genel Başkanı Demirel merkez sağın uzun yıllar tartışmasız lideri olarak kaldı.
Cindoruk'un bu kongrede aday olmasına itiraz edenler, haklı olarak şu gerekçeyi öne sürüyorlar: Hüsamettin Cindoruk ve 'ruh ikizi' olduğunu söyleyen Süleyman Demirel, post-modern askeri darbe kabul edilen 28 Şubat'a destek verdiler. Daha da yakın ve sıcak olan ise 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önceki tutumlarıydı.
Cindoruk ve Demirel, 27 Nisan e-muhtırasını desteklediler. Anayasa Mahkemesi'nin hukuka ters düşen 367 kararını olumlu karşıladılar. Açıkçası askerin siyasete müdahalesi ve darbeye kalkışması bile bu ikili tarafından olumlu görüldü. Bir anlamda askeri vesayetin savunucusu olarak öne çıktılar.
İşte bu gelişmeleri gerekçe gösterenler, "Cindoruk'un bu gelenek içinde bir yeri kalmadı, bu nedenle onunla işimiz olmaz" diyorlar. Seçimde de şansının olmadığını söylüyorlar.
***
DP geleneği ne kadar sivil bir eğilimi yansıtıyor? Bir yönüyle haklı olan bu saptama, bir başka yönünden bakıldığı zaman sorunlu gözüküyor. DP geleneğini baştan sorunsuz bir şekilde sivil gelenek içine yerleştirmek ne kadar tarihi gerçeği yansıtıyor, ona bakmak lazım.
DP'nin kurucuları olan, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan gibi isimler o dönemde CHP içinde etkili bir konumdaydılar. CHP tek parti döneminin temsilcileriydiler. DP'yi kurarak bir anlamda bu gelenekten koptular. Ancak bu kopuş köklü bir demokratik kopuş olmadı hiçbir zaman.
Örneğin CHP'nin İsmet İnönü'yü putlaştırmasına karşı onlar da denge olsun diyerek Kemal Atatürk'ü İsmet İnönü'nün karşısına çıkardılar. Tek parti döneminin 'İnönü'süz olanı'na sahip çıktılar. Çünkü onun içinde kendileri de vardı. 'Komünizmle mücadele' altında sendikal haklar, örgütlenme hakları, DP döneminde baskı altına alındı.
CHP askeri darbe kışkırtıcılığı yaparken, DP de ABD'nin dünya çapındaki savaşçı müdahalelerinin destekçisi rolünü oynuyordu.En yaygın komünist tutuklamaları da bu nedenle 1950-1960 arasında yapıldı. 6-7 Eylül 1955 faciasının da sorumlusu büyük ölçüde onlardı.
Kuzey Kore'ye karşı ABD önderliğindeki savaşa Türk birliklerini onlar gönderdiler, bu emperyalist savaşa karşı çıkan barışçılar onların döneminde tutuklandı.
***
Bu geleneğin en uzun temsilcisi Süleyman Demirel, 28 Şubat 1997'ye gelinceye kadar ne ölçüde sivil bir yerde durdu, onları da hatırlamakta yarar bulunuyor.
12 Mart 1970 askeri müdahalesiyle Süleyman Demirel hükümeti yıkıldı. Yerine sırasıyla CHP içindeki devletçi geleneğin temsilcileri olan Nihat Erim ve Ferit Melen geldiler. 12 Mart döneminde Meclis kapatılmadı, askeri vesayet altına alındı.
Meclis'te çoğunluk Süleyman Demirel liderliğindeki AP'lilerin elindeydi. Bu Meclis'te AP'lilerin oylarıyla 1961 Anayasası içindeki özgürlükçü hükümler budandı. Bu budama işini bizzat Demirel örgütledi. Tabii asıl büyük kırılma Deniz Gezmişlerin idamı edilmesi kararıdır. Süleyman Demirel ve arkadaşları bir önceki askeri darbede idam edilen Adnan Mendereslerin intikamını Deniz Gezmişlerden almanın heyecanı içindeydiler. 'Üçe üç' diye bağırarak Denizlerin idamını onayladılar.
Tabii Demirel yalnızca bu örneklerle bitmeyecek çok sayıda militarist, demokrasi karşıtı kararların, kanunların baş sorumlularından birisidir. Bu yönleriyle de DP geleneği içindeki mümtaz yerini korudu.
Bu süreçte belki de asıl kopuş İslami gelenekten gelen AKP'nin geleneksel merkez sağa kıyasla görece 'daha sivil' sayılacak bir yere konumlanmasıydı. Burada da denebilir ki AKP ne kadar sivil? Doğru bu sorunun da sağlam bir cevabı yok.
Çünkü Türkiye'deki büyük siyasi kamplaşmanın taraflarının köklü bir demokratik geleneği olmadığı bir gerçektir. Buradaki farklılaşma bir tarafın göreceli olarak daha devletçi ve militarist, diğer tarafın daha 'seçim' eksenli olmasıdır.
Ancak, 'seçim' eksenli olanın bile koşullar uyduğunda militarizme, devletçiliğe kolayca geçebildiklerini biliyoruz.
Demirel ve Cindoruk'un bu geçişin parlak örnekleri sayılabilirler. Ancak istisna oldukları söylenemez.
Kaynak: Radikal