Doğum öncesi sancılar!

Türkiye, 1950'lerden başlamak üzere dış politikasını Soğuk Savaş döneminin şartlarına uygun şekillendirdi. Batı ittifakı içinde yer alan bir ülke sıfatıyla Türkiye, bir yandan Avrupa'nın güvenliğini koruyor, öte yandan kendine özgü bir savunma stratejisi geliştirme yükümlülüğünden kurtulmuş oluyordu ki, bu da tembel zihinlerin arayıp bulamayacağı bir rahatlıktı. Herhalde Türkiye'yi NATO'ya üye yapanlar, iki blok arasındaki çekişmenin ilelebet devam edeceğini düşünüyorlardı.

Ancak 1989'da iki kutuplu dünya bir anda yıkıldı. Türkiye bir anda sanki boşluğa düştü, bağlı olduğu merkezden resmen değilse bile fiilen kopmuş oldu. Bu da ister istemez "yeni bir dış politika tercihi"nin ne olabileceği sorusunu gündeme getirdi. Yeni bir tercih kolay bir şey değildir, çünkü bu sayede hem geçmişteki rehavetinden çıkmak, hem de savunma karşılığında elde ettiği rantlara bedel yeni savunma kaynakları bulmak zorundaydı. Türkiye'nin ne entelektüel stoku ne ekonomik gücü yeni duruma cevap verebilecek durumdaydı.

Astarı yüzünden pahalı olan 1950-1990 döneminin tecrübesinden gerekli dersleri çıkarmadıkları anlaşılan iktidar seçkinleri, Türkiye'nin Avrupa birliği'ne tam üye olmakla yeni dönemde karşı karşıya geldiği sorunları aşabileceğini sandılar, AB'yi Türkiye önünde yeni bir umut kapısı olarak işaret ettiler. Oysa AB'ye tam üye olsa bile Avrupa'nın Türkiye'nin gerçek ve nihai çıkarlarını korumaya hiç de istekli olmadığı ayan beyan ortadadır, bunu yaşanan tarihi tecrübeler yeterince bize anlatmaya yetmektedir. Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da meydana gelen yeni gelişmeler, Türkiye'nin aleyhinde bir seyir izleyerek devam ederken, aslında her fırsatta Türkiye ile AB arasındaki makas farkını da ortaya koyuyor. Kısaca Avrupa'ya güvenmek başından beri hatalı ve yanlıştı.

Bu konuda bizi fazlasıyla abartılı veya tarafgir bulanlara tarihçi Fernand Braudel'in bir tespitini hatırlamak yerin olur. Braudel, "Akdeniz/ Mekan ve Tarih" adlı kitabında Akdeniz çevresinde bugüne kadar kurulmuş üç medeniyetten söz eder: Bunlardan biri Katolik Hıristiyan medeniyeti; diğeri Ortodoks medeniyeti; üçüncüsü İslam medeniyeti'dir. Her ne kadar ilk Haçlı seferlerinde Ortodoks Slavlar, onları kılıçtan geçiren Katolikler'e karşı Müslümanları desteklemişlerse bile, bu yüzyılın başlarında meydana gelen Balkan savaşlarında, Hıristiyan dünyanın bu iki kolu birleşip Osmanlı devletini ve İslam medeniyetini yok ettiler. Braudel'in değerlendirmesinden anlaşılan şu ki, bu, Haçlı ruhunun yeniden uyanması ve işbirliği yaparak İslam dünyasına ölümcül bir darbe indirmesidir.

Söz konusu Haçlı ruhunun sona erdiğini söyleyebilir miyiz? Tabii ki hayır! Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra Bosna'da, Çeçenistan'da ve Azerbaycan'da Batı'nın Müslümanlara karşı izlediği politika, Haçlı ruhunun uluslararası kararlarda tayin edici bir rol oynadığını göstermeye yetti.

Bir başka önemli gelişme şudur:

Belki söylem düzeyinde pek kabul görmese de, fiilen bir "medeniyetler çatışması" tezinin de tümden gündemden kalktığını kimse öne süremez. İster Bernard Lewis ister Samuel Huntington olsun, bu tezi ortaya atanların "medeniyetler"den anladıkları "dinler"dir. Yani modernliğin nihilizm üretip yaymasına rağmen, her geçen gün uluslar arası politik ilişkilerde "din" faktörü çok daha fazla rol oynayacaktır. Bu çerçeveden baktığımızda Türkiye'yi batıdan, kuzeyden ve doğudan kuşatma altına alan yeni bir Ortodoks ittifakının ilk tohumlarının atılmış olduğunu görebiliyoruz. Yunanistan ve Rusya'nın aktif rol oynadığı bu ittifakta Sırplar ve Ermeniler de önemli roller oynamaya heveslidirler, en azından bu yönde politikalar üzerinde çalışan çevreler var. Eğer Türkiye, zamanında ve gerekli tedbirleri alamayacak olursa, Ortodoks dünyanın sıkı bir kuşatması altında hapsolunacak ve tarihi coğrafyasıyla -ki bu coğrafya hem siyasi hem beşeridir- bütün bağlarının kopmasına engel olamayacaktır.

Yeni dönemde Katolik ve Protestan dünyanın, yani hakiki Avrupa'nın Ortodoks dünyaya karşı bir tutum içinde olacağı ya da Türkiye'nin yanında yer alacağı gibi bir beklenti içinde olmak pek gerçekçi görünmüyor. Bizim laiklerimizin tahmin edip temenni ettiklerinin ötesinde "din" eskisine oranla çok daha belirleyici bir rol oynamaya başlamıştır. Orta vadede bu belirleyicilik daha iyi anlaşılacaktır.

Bu durumda Türkiye, kendi asli, hakiki mihverine; onunla kader birliği yapacak kardeşlerine dönüp sağlıklı ve kalıcı oluşumların mümkün yollarını aramalıdır. Bu da küreselleşmeye paralel olarak bölgeselleşmenin, yeni bölgesel entegrasyonlar geliştirmenin öne çıktığı bir zaman diliminde İslam Birliği'nin dinamiklerini harekete geçirmekle gerçekleşebilecek bir teşebbüstür.

Ortadoğu'da süren patlama ve ayaklanmalar doğum öncesi sancılardır.Birileri bölgeye düşük yaptırmak isteyebilir, ama bölge halkları yeterince feraset ve basiretle hareket edecek olursa, yeni bir günün şafağına uyanabiliriz.