Devrik rejimin efsaneleri

“Yeni” Mısır’ın sadece eski rejimin sembol isimlerinden ve değerlerinden değil, toplumsal bağları paramparça eden acılarla dolu geçmişinden ve zihinleri bulandıran efsanelerinden de arınmasını istiyoruz.

1 - İktidar halkın kaderi değil, tercihi

Toplumun, yitirdiği ruhuna, çiğnenen onuruna ve ayaklar altına alınan özgürlüğüne yeniden kavuşmuş olması yetmez, yeniden sağlığına kavuşmasını, içindeki güç unsurlarını ve bağışıklık sistemini yeniden uyandırmasını da istiyoruz. Bu bağlamda atılacak ilk adım, toplumun kendisiyle, tarihiyle ve coğrafyasıyla barışmasıdır. Çünkü Mısır gibi büyük bir ülkenin, tıpkı bölgenin büyük ve önemli bir diğer ülkesi Türkiye’nin bizden önce yaptığı gibi, bu barışı gerçekleştirmeden istikrar yüzü görmesi, yükümlülüklerini yerine getirmesi mümkün değildir. Türkiye bugün kalıcı bir huzura kavuşmuşsa, takdir edilme, saygınlık ve aktiflik olarak belirginleşen bu çizgisini sürdürüyorsa, bu, toplumsal bazda geçmişin acılarını unutturmak suretiyle kendisiyle barışmak ve stratejik çevresiyle de uzak yakın tüm komşularıyla askıda kalan sorunların tasfiyesi anlamına gelen “sıfır sorun” ilkesi doğrultusunda uzlaşmak uğruna izlediği uzun bir süreçten sonra mümkün olabilmiştir.

Hepimizin arzuladığı bu uzlaşmanın gerçekleşmesinden önce bağımsız bir iradeye ve bizim kim olduğumuzu, ne istediğimizi açıkça ortaya koyan stratejik ve net bir dünya görüşüne ihtiyaç vardır. 25 Ocak devriminin kazanımları Mısır halkına itibarını iade ettiğine ve de kendisine ve rolüne güvenmesini yeniden sağladığına göre, bu yolda ilerlemenin başarısı, sözünü ettiğim bu barış ve uzlaşma sürecinin uygulamaya konulmasına bağlıdır. Bunun için atılacak ilk adım, yönetim ile halk arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir zemine oturtmaya yönelik uzlaşmadır. Bunun garantisi de demokrasi değerlerine sıkı sıkıya sarılmaktır. Çünkü demokrasinin egemen olduğu yerde, iktidar halkın kaderi değil, tercihi olarak belirginleşir. Demokrasilerde iktidar halkın hizmetinde olur, bunun tersi olmaz. Siyasal düzlemde bu adım atıldığı zaman, bu bağlamda gerçekleşen uzlaşma, deyim yerindeyse sadece halkın “kendi kararının efendisi” olmasını ifade etmez, toplumun, başkalarının bahşetmesi veya lütufta bulunması ile değil, çocuklarının çabası ve yaratıcılığıyla kendi kaderini belirleme prensibine güvenmesini de beraberinde getirir.

Tanıdığım hukukçulardan hukuksal değerlerin eski rejimde nasıl gerilediğini, nasıl ayaklar altına alındığını çokça dinledim. Anlattıklarına göre hukuksal kararlar, kişinin haklı veya haksızlığa uğramış olmasına göre değil, güçlü veya zayıf olmasına göre belirginleşiyordu. Eğer kişi güçlü ise istediği sonucu elde edebiliyordu. Zayıf birine ise gidip derdiğini Marko Paşa’ya anlatması kalıyordu. Bunun için diyorlar ki devrim olunca halk yeniden tatlı rüyalar görmeye başladı. Çünkü kanunun yeniden itibarına kavuşması Mısır düzleminde rüyaların gerçekleşmesinin kapılarından birinin aralandığının ifadesidir. İktidar ile halkın barışmasının yanında toplum kesimleri arasındaki barış da sürecin ikinci ayağıdır. Bu yüzden zengin ile yoksul arasındaki uçurumu kapatmanın, daraltmanın üzerinde düşünmek bir zorunluluktur. Siyasal akımlar, özellikle İslamcılar ile laikler ve milliyetçiler arasında da uzlaşma zemininin oluşturulması bir gerekliliktir. Bu süreç siyasetçiler arasında gerekliyse, Müslümanlar ile Kıptiler arasında çok daha gereklidir.

Sözünü ettiğim başlıkların daha çok konuşmayı, geniş çaplı tartışmayı gerektirdiğinin farkındayım, fakat ben sadece konuya dikkat çekmek istedim. Seçkinlerin bu konuya kafa yormaları gerektiğini vurgulamaktır amacım.

2- Mısır ile bütün Arap dünyası da uyanacak

Seçkinlerin on yıllardır süren, gittikçe yoğunlaşan iç gruplaşmalara kayıtsız kalmaları kabul edilemez. Bu kayıtsızlık vatandaşın herhangi bir değer ifade etmediği, iradelerinin hiçe sayıldığı zamanlarda kabul edilebilir veya anlaşılabilir olsa da Mısırlıların ülkelerini geri aldıkları, ülkelerinin zenginliğinin ortakları oldukları, toprakları üzerinde salt konuklarmış gibi muamele görmedikleri bu süreçte artık sürdürülecek bir tavır değildir.

Buraya kadar anlattıklarım, toplumun kendisiyle barışması açısından bir giriş sayılabilir, diğer önemli husus ise Mısır’ın kendi tarihi ve coğrafyasıyla barışmasıdır. İlki Araplığa, İslam’a aidiyetine dayanan Mısır kimliğiyle irtibatlıdır. İkincisi ise Mısır’ın ulusal güvenliği ve stratejik çevresiyle ilgili sorumluluğuna ilişkindir. Ne yazık ki bu iki mesele önceki rejim döneminde ciddiyetsizliğe, kavram kargaşasına kurban edilmişlerdi. O kadar ki bu kavram kargaşası, kimliğin ana dayanaklarının tartışma konusu edilmesine, Mısır ile Arap alemi arasını ayırmanın gerekliliğine ve stratejik tehdidin mahiyetinden kuşku duyma noktasına kadar vardırılmıştı. Stratejik düşman gerçekten İsrail’in varlığında mı somutlaşıyordu, yoksa İran mı artık bu tehdidi temsil etmeye başlamıştı?... İşte bu arka plandan hareketle diyebiliriz ki, Mısır’ın en az son otuz yıldır yaşadığı bu gevşemişlik, bu çözülmüşlük hali, stratejik bakışta büyük bir gediğin açılmasına yol açmıştı. Çürümüşlük sadece vatanın istikrar ve gidişatının temel dinamiklerine ulaşmakla kalmamış, ülkenin var olmasının veya yok olmasının, varlıklarına veya yokluklarına bağlı bulunduğu sabitelere de ulaşmıştı.

Mısır’ın Arap alemine aidiyetinden söz edildiği zaman rahatsızlıklarını oflayıp puflayarak dışa vuranların, Müslümanlığından ise söz edilmesinden nefret edenlerin, durumlarını gözden geçirmelerinin zamanı gelmiştir artık. Çünkü Mısır kimliği eşitlemelerin veya husumetlerin konusu edilemez, buna bağlı olarak da bu kimliğin dayanaklarının sorgulanmasından veya korunmasından söz etmememiz gerekmektedir. Tam tersine bu dayanakların değerlendirilme biçimini sorgulayabiliriz ki ülkemiz açısından gücün ve yararın kaynağına dönüşsün, ülkenin değerlerine katkıda bulunacak yerde, bu  değerleri törpüleyen negatif bir unsura dönüşmesin. Türkiye, tarihiyle, coğrafyasıyla gerçekleştirdiği barışı, şu anda yolunda ilerleyen kalkınma ve uyanış projesinin hizmetine sokabiliyorsa, Mısır’ı aynı yolu izlemekten alıkoyan nedir? Kaldı ki Mısır’ın uyanması gerçekte bütün bir Arap milletinin uyanması anlamına gelecektir. Arap milleti yeniden tarihi mecrasına dönecektir. Mısır’ın tarihinin bu karanlık döneminde yaşadığı yenilgiden, kabuğuna çekilme sürecinden, dolayısıyla tarihini ve coğrafyasını inkar etmek suretiyle sırtını döndüğü tarihi mecradan söz ediyorum.

3- Medya kirli hesapların borazanlığına soyundu

Benim bu çağrıda sözünü ettiğim uzlaşmanın, barışın bir yüzü daha var. O da eski rejim zamanında dilden düşürülmeyen bazı efsanelerin büyük bir ciddiyetle gözden geçirilmesidir. Son haftalarda bu bağlamda tanık olduğum bir olay aklıma geldi. Hazırladığı eğitim projesi çerçevesinde benimle röportaj yapmak üzere gelen bir genci misafir etmiştim. Bana sorduğu ilk soru şuydu: Tahrir meydanındaki gösterilerin arkasında Katar devletinin bulunduğuna inanıyor musunuz?... Beklemediğim bu soru karşısında dehşete kapılmıştım. Bu gencin böyle düşünmesine ve röportajının ekseni olarak bu düşünceyi belirlemesine yol açan zihinsel arka planla ilgilendiğim kadar soruya cevap vermekle ilgilenmiyordum. Bu hususta tartıştığımızda ise genç adamın Katar devletinin Mısır aleyhine komplo kurduğuna ve bu komploda el-Cezire televizyonunu kullandığına ciddi ciddi inandığını gördüğümde ise içinde bulunduğum dehşet hali bir kat daha arttı.

Genç adamın bu tarz düşünmesi bir istisna değildi. Çünkü Mısır’da bazı ortamlarda bu düşüncenin dile getirildiğini biliyoruz. Yeni olan şey, bu zanların artık makul ve tolere edilebilir sınırları aşmış olmasıydı.

Mısır’la Katar arasında herhangi bir sorun bulunmadığını, gerçek sorunun eski rejimin enformasyon ve güvenlik aygıtının el-Cezire’ye Mısır resmi televizyonu muamelesi yapmak istemeleri olduğunu, el-Cezire’nin Mısırla ilgili olarak Mısır’ın bağımsız ya da muhalif medyasından pek fazla bir şey yayınlamadığını anladığın zaman, Mısır’ın eski rejimi propaganda borazanlarının Mısır zihnini bulandırma ve iki halk arasında bir sorun çıkarma hususunda amacına ulaşmadığını da görürsün. Katar’la yaşanan bu durumun çok daha ağırı Filistinlilerle yaşandı daha önce. Mısır medyası Filistinlileri Mısır’ın güvenliğini tehdit eden, ülkenin ekonomisini hedef alan bir tehlike olarak tasvir ediyordu. Özellikle Hamas hareketi Mısır’ın vesayetini reddettiği, hala devam eden tasfiye sürecine karşı sorunun değişmezlerine sıkı sıkıya sarılarak savunma pozisyonunu seçtiği zaman bu tavır iyice ayyuka çıkmıştı. Gazze şeridindeki Filistinliler, Mısır’ın da rol aldığı ablukayı protesto etmek amacıyla Refah sınır kapısından geçmeye çalıştıklarında medyanın bu tavrı iyice şiddetlendi. Mısır medyasının bu propagandasının neticesinde o zamanlar bir çok insan stratejik düşmanın İsrail değil, Filistinliler, özellikle Hamas hareketi olduğunu düşünmeye başlamıştı.

Bu çarpık mantık Mısır-Suriye ilişkilerinin bozulmasına da neden olmuştu. İlişkilerin bozulmasının neticesinde taraflar felaket sayılacak bir ayrılıkla karşı karşıya bulmuşlardı kendilerini. Bundan dolayı da Kahire ile Tel Aviv arasındaki yol açık ve kullanışlı hale gelirken, Kahire-Şam yolu büsbütün kapanmıştı. Hele futbol yüzünden Cezayir ile yaşanan utanç verici kriz ise unutulacak gibi değildir. Tam bir siyasal aymazlık örneğiydi. Medya kirli rolünü oynamış, iğrenç bir savaşın borazanlığına soyunmuştu. Bu yüzden iki ülkenin ilişkileri en alt seviyeye inmiş, yerlerde sürünür hale gelmişti.

4- ‘Ilımlı eksen’ İsrail’in stratejik hazinesi

Eski rejim döneminde ortalıkta dolaşan efsanelerden biri de İran’ın Mısır’ın düşmanı olduğu, Hizbullah’ın Mısır’ı yıkmaya, ekonomisini vurmaya çalıştığı iddiasıydı. 1979 İran İslam devriminden günümüze kadar iki ülke arasında diplomatik ilişkinin kurulamamasının gerisindeki gerekçe bu efsanelerin ilkiydi. Devrimin ilk yılından beri Kahire-Tahran ilişkilerinin gidişatını takip edenlerden biriyim. Bugüne kadar iki ülkenin ilişkilerinin kopuk olmasının ve İran’ın Mısır’ın düşmanı olarak kategorize edilmesinin makul bir gerekçesini bulabilmiş değilim. Ortada bir düşmanlık olduğunu anlamıştım. Bu da devrim İran’ı ile Amerikalılar arasındaydı ve gerekçeleri de mevcuttu. Yine en büyük düşmanlık İran ile İsrail arasında vardı. Ama Kahire-Tahran ilişkilerinin kopuk olmasının, husumet halinin devam etmesinin kayda değer bir gerekçesi görünmüyordu. Bu durumda Mısır’ın İran’la ilişki kurmamasının tek gerekçesi olarak, işaret ettiğimiz iki gerçek düşmana vekaleten bu tavrı sürdürüyor olması kalıyordu geriye.

İki ülke arasında çözüm bekleyen bazı siyasal ihtilafların bulunduğunu biliyorum. Arap dünyasıyla ya da Mısır güvenliğiyle irtibatlı bazı dosyaların raflarda beklediğinin de farkındayım. Ama kim söylemiş ki ancak her açıdan anlaşabilen ülkeler arasında diplomatik ilişki kurulabilir diye? İran’la aralarındaki ihtilaflar çok daha şiddetli olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler pekala Tahran’la doğal diplomatik ilişkilerini sürdürebiliyorlar mesela. Asıl insanın kanını donduran şey, bu bağlamda Mısır ile İsrail arasındaki derin ve köklü stratejik çelişkilerin bir ölçüde görmezlikten gelinebildiği halde, Mısır’la İran arasındaki detay ya da teferruat sayılacak çelişkilerin bir türlü aşılamaması, çözüme kavuşturulamamasıdır.

Lübnan Hizbullah’ının Mısır için tehdit oluşturduğu söylencesi de Hizbullah mensubu bazı kimselerin Gazze şeridinde abluka altında yaşayan Filistinlilere yardım ulaştırmanın yollarını araştırmak üzere Mısır’a giriş yaptıklarının ortaya çıkarılmasından sonra tedavüle sokulan bir diğer efsanedir. Sühuletle ihtiva edilebilecek bu operasyon da bir korku dalgası olarak kullanıldı. Oysa bu operasyonun Mısır’ın aleyhine olabilecek bir yönü yoktu. Mısır emniyeti sistematik yalanlar örgüsüyle operasyonu Mısır’a karşı bir komploymuş gibi göstermeyi başarınca Mısır medyası da, Hizbullah’a kara çalma, aptalca ve iğrenç yöntemlerle eleştirme şeklindeki rolünü oynamaya başladı. Sonunda ne oldu? Lübnan sahnesinin başrol oyuncularından biri olan koskoca Mısır, siyasal ve mezhepsel çekişmelerin saygınlığını yitirmiş, itibarı kalmamış küçük bir tarafı haline geldi. Daha da kötüsü, Amerika, İsrail ve Avrupa’nın desteklediği tarafın yanında saf tutmasıydı.

Efsaneler faslını Mısır’ın öncülük ettiği veya mensup olduğu “ılımlı” eksenle noktalamak istiyorum. ABD ve İsrail’den başka kimsenin bu kuşkulu ılımlı ekseni ciddiye almaması koskoca bir yalan ve çökmeye mahkum olduğunun bilinmesi için yeterlidir. Mısır’ın bu eksendeki konumunun utanç verici olduğunun anlaşılması içinse, ABD başkanının ekseni İsrail açısından stratejik bir hazine olarak nitelendirmesi yeter de artar. Bunca delil açıkça gösteriyor ki karanlık ve kuşku uyandırıcı bir yapılanmanın, bir odağın üzerini örtmek üzere kullanılan yanıltıcı bir isimlendirme ile karşı karşıyayız. Çünkü bu yapılanma bazı Arap ülkelerinin asıl yönlendirici konumundaki ABD ve İsrail’le dostluk kurmaları amacıyla tuzağa düşürüldükleri yeni bir ittifak örneğidir. Bundan daha tehlikeli olanı ise, bu kuşkulu “ılımlı” eksenin etrafında saf tutmanın, doğrudan doğruya mukavemeti mahkum etmek, savunma refleksini kötülemek, direniş hareketini kınamak, son tahlilde ezilip yerle bir olmanın yollarını hazırlamak anlamına gelmesidir.

Mısır’a yönelik “milli” saldırının etkilerini bertaraf etmek, İsrail’den kaynaklanan saldırıların etkilerini bertaraf etmekten çok daha meşakkatli ve ağır bir görevdir. 

Kaynak: Star