Osmanlı Devleti'nin ne kadar büyük olduğunu ifade ederken genellikle çok güçlü bir devlet olduğunu da vurgulamayı seviyoruz. Padişahın fermanı Lehistan, Nemçe, Frengistan hükümdarlarını titretiyor. Abdülhamid Paris'te oynayan bir tiyatroya müdahale edebiliyor.
24 Milyon kilometrekare, şu kadar memleket, şu kadar dil, din, renk harmanı Dersaadet'ten gelecek bir işarete bakıyor.
Bizim bu gücü vurgulayan yaklaşımımızı Batı dünyası da paylaşıyor aslında. Amerika'da yayımlanan bir Osmanlı belgeseline Ottoman Empire; The War Mashine (Osmanlı İmparatorluğu ; Savaş Makinesi) adını vermişler. Batı kültüründe Osmanlı'yı hatta İslam'ı kılıç sembolize ediyor. Aslında ise Batı'nın İslam'a bakışını sembolize ediyor. Bu hesaba göre bugün ABD'nin sembolünün atom bombası olması gerekiyor.
Burada Batı kültürünün tutumunu anlaşılır bulabiliriz. Çünkü kültürlerin kendi havzalarında yaşadığı, globalleşmenin mevcut olmadığı bir zamanda Batı dünyası Osmanlı ile daha çok cephelerde karşılaşıyordu. Batılı seyyahların anlattığı zengin, yüksek bir kültürü temsil eden Osmanlı dünyası tasvirleri Batı'da daha çok bir Doğu masalı olarak algılanıyor, geleneksel ön yargıları pek etkilemiyordu.
Bizde de birçok ünlü tarihçimizin, akademisyenimizin yayınlarında Osmanlı devletini askeri bir devlet olarak tasvir ettiklerini görüyoruz. Peki bu tarihçilerimize, uzmanlarımıza ne diyeceğiz? Bize Osmanlı toplum yapısını, sivil kurumları, gündelik hayatı göstermesi, öğretmesi gereken uzmanlar neden işin kolayına kaçıp askeri sistemi, Yeniçerileri, humbaracıları, devşirmeleri, acemi oğlanları öne çıkarıyorlar?
Bu tarihe bakışla ilgili bir konudur. Tarihe savaşlar, anlaşmalar, siyasi olaylar, isyanlar açısından bakarsanız bu sahnelerin aktörleri elbette komutanlar, askerler, fatihler ve mağluplardır. Oysa bu olayların arasında veya dışında yaşanan hayatlar vardır. Çatışmalar arasında on yıl, otuz yıl, elli veya yüz yıl süren barış dönemleri vardır. Söz konusu tarih anlayışına göre bu "boşluklarda" anlatılacak, kayda değer bir şey yoktur. Sıradan, gündelik Osmanlı toplum yaşamı.
Belki ancak devleti temelden ilgilendiren savaş ve barış gibi olayların kayıtlarına kolayca ulaşılabilmektedir. Ve bu kayıtlar tarihçilerin esas malzemesidir. Fakat en azından kendi tarihçilerimizin işin kolayına kaçmalarının doğru olmadığını düşünüyorum. Onların hedefi bütün o görünen "askeri" faaliyetlerin arkasındaki toplumsal tabanın, insan malzemesinin resmini çıkarmaya çalışmak olmalıdır. Ancak o zaman günümüzdeki sosyal reflekslerimizin şifrelerini çözmeye başlayabileceğiz. Moğol ve Haçlı yıkımlarından sonra Anadolu topraklarında Osmanlı Devletini ortaya çıkaran birikim neydi? Bu, askeri güçle açıklanacak bir olgu değildir.
Buradan, yazımızın ilk cümlesine dönmek istiyorum. Osmanlı ve güç vurgusuna. Osmanlı Avrupası'nın durumu ayrı bir yazıda değerlendirilebilir. Fakat Osmanlı'nın kendi tebası olan İslam ülkeleriyle ilişkilerinin "hakimiyet" kavramıyla açıklanmasının haksızlık olacağı kanaatini taşıyorum. Osmanlı askerinin Yemen'de, Bağdat'ta, Tunus'ta, Cezayir'de, Şam'da, Kırım'daki varlığı, İngiliz askerlerinin Hindistan'daki varlığından elbette çok farklı bir durumdur.
Müslüman Osmanlı tebası Osmanlı devletini "emparyal" bir güç olarak mı görüyordu? Elbette hayır. Bunu aradan geçen onca zaman, bir asırlık kopukluktan sonra o ülkelerdeki halkların Türkiye muhabbetinden anlayabiliyoruz. Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Irak, Suriye, Yemen, hangisine bakalım? Makedonya devlet başkanı bile yaptığı konuşmada "Osmanlı idaresindeki asırlar tarihimizdeki en huzurlu dönemdir" diyebiliyor.
Müslüman Osmanlı halkı Osmanlı'nın demir yumruğu sayesinde bir arada durmadı. İslam dünyası için Osmanlı devletinin sembolü kılıç değildir. Belki İstanbul'dur, Hilafettir, Sultan Abdülhamid'dir, Osmanlı tuğrasıdır. Bu, "social contract" anlamında bir çeşit karşılıklı anlaşma haliydi. Kendi bölgelerinde kendi kültürlerini yaşadıkları, sınırları olmayan ortak bir siyasi ve kültürel varlığın adıydı. Ortak paydalar inancın kodlarında yazılıydı. Mostar'dan Bağdat'a, Kırım'dan Yemen'e hutbeler, bayramlar, cumalar, dualar birdi. Sultan, Halife-i Ruy-i Zemin'di. Osmanlı askeri işgalci değil Asakir-i İslamiye idi.
Ne zaman ki yabancılar gelmeye başladılar. Osmanlı'nın zaafından yararlanarak "ümmetin" arasına fitne tohumlarını, Akif'in deyişiyle "kavmiyetçilik belasını" saçtılar. O zaman Batı ile temas halinde olan, onlardan nemalanan bir yönetici elit oluştu. Bu elit, askeri güce dayanarak iktidarını modern zamanlar boyunca sürdürerek günümüze kadar geldi. Ortadoğu'da bu günlerde yaşanan trajedinin temelinde, kendi halkıyla anlaşma gereği duymadan iktidarda duran yönetici elitler yatmaktadır.
Bunları Osmanlıcı bir söylem olarak kabul etmek doğru değildir. Çünkü Osmanlı, siyasi veya etnik bir hakimiyetin adı değildir. Ortak bir paydanın, "ortak devletin" adıdır. Esasen birçok vilayette Osmanlı o kadar güçlü de değildir. Ortalarda görünmez, varlığı semboliktir. Ama insanlar gönüllü olarak kendini bu varlığın parçası kabul ediyordu. Bugünkü nesiller Osmanlı devrini hiç yaşamadı. Demek ki toplumsal hafıza o günleri gelen nesillere aktarıyor.
Sınırlar açılır açılmaz İslam dünyası Türkiye'ye yöneldi. Atalarından tevarüs eden İstanbul tutkusu açığa çıktı. Türkiye'de insanlar bu heyecan karşısında biraz şaşırıyor. Lütfen, toplumsal hafızamızı biraz zorlayalım.